28 Nisan 2013 Pazar

1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI (93 HARBİ)


93 Harbi’nin en önemli nedenleri arasında Rusya’nın Balkanlar’da yaşayan Ortodoks dinine bağlı Osmanlı vatandaşları (Rum, Bulgar, Sırp, Ermeni ve Romen) üzerindeki etkisini arttırma amacı sayılabilir. İngiltere ve Fransa Rusların güçlenmesini istemediklerinden dolayı bu savaşta Osmanlıları desteklediler.
Osmanlı hazinesi Sultan Abdülmecit’in döneminden beri yapılan aşırı harcamalar sonucu Avrupa’ya karşı ağır bir şekilde borçlanmıştı ve bu borçları ödeyebilmek için Balkanlardaki vergileri yükseltmişti. Bu ağır vergiler Balkan halkları arasında hoşnutsuzluk yarattı. Ayrıca Kafkaslar’dan Ruslar tarafından Çerkes Sürgünü sonucu göçe zorlanan Çerkez ve Abhaz gibi Müslüman gruplar Balkanlar’da yerleştirilmiş; bu göçmenlerle Balkanlar’ın yerlisi olan Hristiyanlar arasında büyük bir düşmanlık ortaya çıkmıştı. Nisan 1876 yılında ortaya çıkan Bulgar isyanları bu Müslüman göçmenlerin yardımıyla bastırıldı ama isyanların bastırılması sırasında ölen Bulgarlar için Avrupa’da büyük bir sempati oluştu. İsyanlar sırasında ölen Müslümanların sayısını hiçe sayan Avrupa basını Osmanlı Devleti’ne karşı çok olumsuz bir kamuoyu yarattı. Bu kamuoyunun baskısıyla Osmanlı Devleti’ni Bulgarlar, Sırplar ve Romenlere daha geniş bir özerklik vermeye zorlamak için İstanbul’da bir konferans toplandı.
Tersane Konferansı adı verilen bu konferansın kararlarını yumuşatmak için tahta yeni çıkmış olan II. Abdülhamit konferansın toplandığı 23 Aralık 1876 günü alelacele I. Meşrutiyet’i ilan etti. Ama gene de konferans Osmanlı Devleti’ne karşı çok ağır kararlarla sonuçlandı. Bu kararların Osmanlı Devleti’nce reddedilmesi üzerine Rusya, Paris Antlaşması’nın (1856) Karadeniz’de tersane ve savaş gemisi bulundurulmayacağına ilişkin hükümlerini tanımadığını bildirdi. Ardından da Ortodoks uyruklarına söz konusu antlaşmadaki hükümleri uygulaması için Osmanlı Devleti’ne baskıda bulunmaya başladı. Bu sırada İngiltere, Rusya’nın Osmanlılara savaş ilan etmesini önlemek amacıyla Londra Konferansı’nın toplanmasına önayak oldu. Ama Osmanlılar konferansta hazırlanan protokolü içişlerine müdahale sayarak reddettiler. Ülkedeki Panslavist akımların etkisiyle protokolün reddini bir savaş nedeni sayacağını önceden bildirmiş olan Rusya 24 Nisan 1877′de Eflak ve Boğdan’a girerek Osmanlılara savaş açtı. Osmanlılar, Kafkasya ve Tuna olmak üzere iki cephede, kendilerinden üstün durumdaki Rus ordusuna karşı zorlu bir savunma savaşı vermek zorunda kaldılar.
Kafkas Cephesi
Kafkasya’da Rus ordusunun 75,000 askeri Rusya’nın Kafkasya valisi Grandük Mihail Nikolayeviç’in komutasında idi. Nikolayeviç’in emrindeki alt düzeydeki komutanlar ise çoğu Ermeni asıllı olan Beybut Şelkovnikov, Mihail Tarieloviç Loris-Melikov, İvan Davidoviç Lazarev ve Arşak Ter-Gukasov idi. Osmanlı ordusu ise Ahmed Muhtar Paşa’nın komutasındaki 20.000 askerden oluşuyordu. Ruslar’ın kendi geliştirdikleri top mermileri bulunuyordu. Osmanlı’da ise İngiliz yapımı toplar mevcut idi.
Kafkasya cephesinde Ahmed Muhtar Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri, General Loris-Melikov komutasındaki Ruslara karşı uzun süre direndi. 27 Nisan 1877′de Doğubeyazıt, 17 Mayıs’da ise Ardahan Ruslarca işgal edildi. Ama Halyaz ve Zivin’de Rus orduları yenilgiye uğradı. Gedikler (25 Ağustos) ve Yahniler (4 Ekim) çarpışmaları Osmanlıların zaferiyle sonuçlandı.
15 Ekim’deki Alacadağ Muharebesi’nde Ruslar takviye ile Osmanlı savunma hattını arkadan çevirdi ve Osmanlı’nın 5-6,000 ölü ya da yaralı ile 8,500 savaş esiri kaybı oldu.[4] Kafkas cephesindeki Osmanlı kuvvetleri çözülmeye başladı. Kasım 1877′de Kars’ı ele geçiren Rus Orduları Erzurum’a yöneldi.Ahmed Muhtar Paşa Kars-Erzurum arasında kurduğu savunma hattında kış koşullarını iyi değerlendirerek üstün bir savunma savaşı verdi. Nene Hatun ve diğer Erzurumlu vatandaşların Aziziye Tabyası’nda büyük bir cesaretle yaptıkları savunma 93 Harbi’nin unutulmayan anlarını oluşturdu. Erzurum Rusların eline geçti. Savaşın bitmesinden sonra Rus ordusu Erzurum’dan geri çekildi ama Kars, Ardahan, Rize, Artvin ve Batum Berlin Antlaşması’yla Rusya’ya bırakıldı. Bu şehirler, yeni Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Sovyetler Birliği ile 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması’na kadar Rusya’nın elinde kaldı.
Balkan Cephesi
93 Harbi başladığında Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa Rumeli Ordusu başkomutanı olarak Balkanlardaki bütün Osmanlı birliklerinin en üst düzeydeki komutanı durumundaydı. Bölgedeki Osmanlı kuvvetleri Rusçuk, Silistre, Şumnu ve Varna arasında bulunan Ahmed Eyüb Paşa’nın komutasındaki Doğu Tuna Ordusu, Vidin’de üslenen Osman Nuri Paşa’nın komutasındaki Batı Tuna Ordusu ve ikisinin arasında yer alan Süleyman Hüsnü Paşa’nın komutasındaki Balkan Ordusu olmak üzere üç ordudan oluşuyordu. Balkanlardaki Rus birliklerinin en üst düzeydeki komutanı ise Grandük Nikolay Nikolayeviç idi. Ancak Tuna nehrinin Romanya tarafında konuşlanan Rus birliklerine General İosip Gurko komuta ediyordu.
Tuna Cephesindeki muharebeler Rusların 21 Haziran 1877′de Tuna nehrini Romanya tarafından Bulgaristan tarafına geçerek Osmanlı topraklarına girmesiyle başladı. Rus ordusu 26 Haziran’da Ziştovi Muharebesi ve Niğbolu Muharebesini kolayca kazandı. Savaşın başındaki bu başarısızlıktan dolayı Abdülkerim Nadir Paşa görevden alındı ve 18 Temmuz’da yerine Mehmet Ali Paşa getirildi. Tırnova ve Niğbolu’yu alan Rus birlikleri 19 Temmuz’da stratejik açıdan büyük önemi olan Şıpka Geçidini ele geçirdiler. 2 Ekim’de Mehmet Ali Paşa da başkomutanlık görevinden alınarak yerine Süleyman Hüsnü Paşa getirildi. Osmanlı birlikleri Şıpka Geçidi’ni geri almak için çarpışırken General Yuri Şilder-Şuldner komutasındaki Rus birlikleri Osmanlı ordusunu Plevne’de abluka altına aldılar. Plevne Kalesinin komutanlığını Osman Nuri Paşa üstlenmişti. Kuşatmaya Rus generalleri Mihail Skobelev ve Nikolay Kridener ve Kral I. Carol’un emrindeki Rumen askerleri de katıldı. Osman Nuri Paşa’nın 145 gün boyunca cesaretle sürdürdüğü Plevne Savunması ezici bir sayı üstünlüğü bulunan Rus ve Romen orduları karşısında 10 Aralık 1877′de başarısızlıkla son buldu. Plevne’nin düşmesinden sonra Sırplar da Osmanlılara karşı yoğun saldırıya geçtiler.
Hızla ilerleyen Rus orduları Kazanlık, Samokov, Yeni Zağra, Çırpan, Tırnova ve Filibe’yi aldıktan sonra Meriç Nehri’ni geçti. 20 Ocak 1878′de Edirne düştü. Ruslar Silivri’yi de alarak Ayastefanos’a (Yeşilköy) kadar ilerlediler. Osmanlılar barış istemek zorunda kaldılar. Osmanlılara karşı ağır koşullar içeren Ayastefanos Antlaşması imzalandı. Ama Avrupa’da dengenin Rusya lehine bozulduğunu gören Avusturya, İngiltere, Fransa ve Almanya bu antlaşmaya karşı çıktılar. Berlin’de uluslararası bir konferans toplandı ve 13 Temmuz 1878′de imzalanan Berlin Antlaşması’yla savaş sona erdi.
Savaşın Sonuçları
93 Harbi, Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecini başlatan ilk önemli olaylardan biri sayılır. II. Abdülhamit’in, yenilgiden sorumlu tuttuğu Meclis-i Mebusan’ı süresiz tatil ederek Kanun-i Esasi’yi askıya alması, ayrıca savaş sonrasında Balkanlar’la Kafkasya’dan Anadolu’ya gelen 1 milyonu aşkın göçmenin yol açtığı toplumsal ve ekonomik bunalım öbür önemli sonuçlarıdır. Başlangıçtaki başarılara karşın ordunun donatım eksikliği ve teknik yetersizlikleri, özellikle Tuna cephesindeki komutanlar arasında görülen geçimsizlik savaşın Osmanlı aleyhine sonuçlanmasına sebep olarak görülebilir.
Ayastefanos Antlaşması
93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) sonunda imzalanan barış antlaşmasıdır.
93 Harbi olarak da bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı Devletinin yenilgisiyle sonuçlandı. Rus ordusu, batıdan Yeşilköy’e (eski adı Ayastefanos), doğudan Erzurum’a kadar geldiler. Osmanlı Devleti, barış istedi. Rus orduları başkomutanı Nikolay, barış esaslarının mütarekeyle birlikte görüşülmesi şartıyla bu isteği kabul etti ve 3 Mart 1878’de İstanbul’un Yeşilköy semtinde ağır koşullar içeren bu antlaşma imzalandı. Buna göre;
  • Osmanlı Devleti’ne bağlı bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Prensliğin sınırları Tuna’dan Ege’ye, Trakya’dan Arnavutluk’a uzanacak.
  • Bosna-Hersek’e iç işlerinde bağımsızlık verilecek.
  • Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek.
  • Kars, Ardahan, Batum ve Doğubeyazıt Rusya’ya verilecek.
  • Teselya Yunanistan’a bırakılacak.
  • Girit ve Ermenistan’da ıslahat yapılacak.
  • Osmanlı Devleti Rusya’ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödeyecekti.
Ancak bu antlaşma ile Rusların bölgede tamamen hakim bir konuma gelmeleri Batılı devletleri telaşlandırdı. Zira Rusların, Bulgaristan yolu ile sıcak denizlere inmeleri, İngilizlerin Hindistan siyasetine ve Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakına set çekmiş olacaktı. Osmanlılar bu tepkilerden yararlanarak Kıbrıs’ın idaresini İngiltere’ye bırakmak koşuluyla Berlin’de yeni bir antlaşma (Berlin Antlaşması) zemini elde etmeye başardılar. Ayastefanos’un feci şartlarını hafifleten bu antlaşma ile Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki hayatı, bir müddet uzadı. Bu antlaşma Osmanlı Devrinde Sevr Antlaşması gibi kâğıt üzerinde kalan bir antlaşmadır.



OSMANLI PORTEKİZ'İ TARİHTEN SİLMİŞTİ(FENERBAHÇE- BENFİCA MAÇINA İTHAFEN)


Osmanlı-Portekiz mücadelesinin sonunda Portekiz kralı öldürülmüş ve Portekiz devleti 60 yıl tarih sayfalarından kaybolmuştu.

Osmanlı Portekizi tarihten silmişti!  Fenerbahçe Portekiz'in Benfica takımıyla UEFA kupası yolunda büyük birmücadeleye girdi ve yenilmeyen Benfica'yımağlup etti. İnşallah ikinci maçta da zaferi yaşayıp, kupa finaline kalırız. 16. yüzyılda da Portekiz'le büyük bir mücadele içine girmiş ve Portekiz işgalindeki birçok Müslüman toprağını kurtarmıştık.
PORTEKİZ-OSMANLI MÜCADELESİ
Ümit Burnu'nun keşfinden sonra Portekizliler,Hint Okyanusu'nda hâkimiyet kurmuşlardı.Memlûk devleti, Cidde'ye çıkarak Mekke ve Medine'yi tehdit eden Portekizliler'in ilerleyişini durduramıyordu. Osmanlılar Hint ticaret yollarının Portekizliler yüzünden kapanmasından dolayı Memlûk topraklarında hâkimiyet kurmalarının zorunlu olduğunu çoktan anlamıştı.
Yavuz Sultan Selim zamanında bu şartlar altında Suriye ve Mısır'ı ele geçiren Osmanlılar, Hindistan ticaret yollarının önemli bir kısmına hâkim oldular. Portekizliler'in,Kızıldeniz'deki hâkimiyetinin sona erdirilmesi sayesinde Hindistan'dan mal akışı Osmanlı ülkesi üzerinden Avrupa'ya yapılmaya başlandı.
Portekizlilerle yapılan mücadele çerçevesinde Yemen ve Habeşistan'da Osmanlı hâkimiyeti kuruldu. Basra körfezine inildi,Katif ve Bahreyn alındı. 1578'de Osmanlı'dan büyük bir darbe yiyip krallarını kaybeden Portekiz'in 1580'de İspanya tarafından işgali,Hint Okyanusu'ndaki Müslümanlar için büyük bir fırsat oldu.
Osmanlılar'ın Kuzey Afrika hâkimiyeti, kıtanın içlerinde bulunan ancak sahille ilişkileri sebebiyle İspanyol ve Portekiz nüfuzu altına giren bugünkü Nijerya,Nijer, Çad,Mali devletlerinin topraklarında hüküm sürmekte olan Bornu, Songay, Timbuktu sultanlıkları gibi Müslüman devletlerini de kurtardı. Bu sultanlıklar Osmanlı padişahını halife olarak tanıyıp, tâbi oldular.
VADİSSEYL (ALKAZAR) SAVAŞI
1574'te Tunus'u fethettikten sonra Osmanlı hâkimiyeti Fas'a kadar ilerlemişti. Fas Kralı Abdülmelik, konumunu güçlendirmek ve bir saldırı ihtimalini önceden engellemek için Fas'ın eski hükümdarı Ebu Abdullah Muhammed Mütevekkil'i ülkeden kovdu.
Abdülmelik'in başarılı olmasında Osmanlı İmparatorluğu'nun desteğinin önemi büyüktü. Mütevekkil,Abdülmelik karşısında aldığı yenilgiyi kabullenemedi ve Portekiz Kralı Sebastian'la işbirliği yaptı.
Cezayir-i Garb Beylerbeyi Hasan Paşa, Fas'taki taht kavgasını yakından takip ediyor ve meseleye İspanya ile Portekiz'inmüdahale etmek üzere olduklarını İstanbul'a bildiriyordu.
Osmanlı tahtında Üçüncü Murad vardı. Alınan istihbarata göre Portekiz Kralı Sebastian, İspanya'dan aldığı askerî destekle birlikte Ağustos 1578'de İspanya'dan ayrılmıştı.
Kralın amacı Arzila'ya gelen eski Fas kralı Mütevekkil'e yardım etmekti. Portekiz Kralı ve Mütevekkil'in kuvvetleri, Fas kuvvetleriyle 14 Ağustos 1578'de Mehazin Vadisi'ndeki Vadiüsseyl mevkiinde karşı karşıya geldi.
Üç Kral Savaşı diye de adlandırılan muharebe, Fas birliklerinin saldırısıyla başladı ve yaklaşık üç saat devam etti.Üç saat sonunda savaş meydanından Fas birlikleri muzaffer olarak ayrıldı. Buna mukabil Portekiz birlikleri büyük kayıplar verdi.
Savaş meydanında ölenler arasında Portekiz Kralı Sebastian ile Mütevekkil de vardı. Fas Kralı Abdülmelik, büyük bir zafer kazanmış olmasına rağmen bunun tadını çıkaramadı. Zira ağır hastaydı ve o da muharebeler devam ederken yatakta can verdi.
SAVAŞ İLANINDAN VAZGEÇİLDİ
Abdülmelik'in ölümünden sonra yerine kardeşi Ahmed geçti. Ahmed de Osmanlı İmparatorluğu'na bağlılığını bildirdi. Ancak Ahmed'in Avrupalılar'la münasebet kurması Osmanlı yönetimini rahatsız etti.
Fas'a savaş ilanı düşünülürken Ahmed, mahir bir diplomatik hamlede bulundu ve 1581'de İstanbul'a zengin hediyeler eşliğinde bir elçilik heyeti gönderdi.Hediyeler,Osmanlı yönetimi tarafından bir vergi olarak görüldü ve Fas'a savaş ilanından vazgeçildi.
PORTEKİZ İŞGAL ALTINDA
Vadiüsseyl Savaşı Portekiz'in kaderini değiştirdi. Savaşta ölen Kral Sebastian'ın yerine geçecek bir erkek evladı yoktu. Bu durum Portekiz'de iç karışıklara sebep oldu. Bu boşlukta tahta çıkan Kardinal Henry de ölünce, Prens Antonio ve İspanya Kralı İkinci Felipe tahtta hak iddia etti ve Lizbon yakınlarındaki Alcantara Savaşı'nda İkinci Felipe'nin zafer etmesiyle Portekiz ve İspanya tahtları Habsburg hanedanı şemsiyesinde birleşti.
Portekiz ve İspanya arasındaki birleşme tam bir ilhak değil, aynı kralın şahsında bir İber ortaklığıydı. Mesela İspanya Kralı İkinci Felipe, Portekiz kralı olarak ise Birinci Felipe olarak anılmaktaydı.
Gerek İkinci Felipe gerek halefi Üçüncü Felipe, Portekizliler'in haklarına riayet etmiş ve onlara karşı siyasi bir ayrımcılıkta bulunmamışlardı. Ancak 1621'de başa geçen Dördüncü Felipe (Portekiz kralı olarak Üçüncü Felipe) Portekizli tüccarların vergi yükünü artırmış, Portekizli soyluları devlet kademesinden uzaklaştırmış ve Portekiz'i doğrudan İspanya'nın bir eyaleti haline getirmeye çalışmıştı.
İspanya'nın 30 yıl savaşlarında (1618-1648) olmasından ve Fransa ile savaşmasından faydalanan Portekizliler, Braganza Dükü Dördüncü Juan önderliğinde ayaklanarak İspanya'dan 1640'ta ayrıldılar ve kendi bağımsız krallıklarını yeniden ihdas ettiler.
1641'de Fransa ile antlaşma yaparak İspanya'ya karşı mücadeleye giriştiler. Portekizliler, Fransa'nın desteğiyle büyük ölçüde İspanyollar'ı ülkelerinden uzaklaştırdılar. 1656'da Kral Juan ölünce yerine Altıncı Afonso geçti. Ancak Fransızlar'ın 1659'da İspanya ile Pireneler barışını yapmaları ve kendi toprak kazançlarını tanıması karşılığında, İspanya Kralı Dördüncü Felipe'yi aynı zamanda Portekiz'inmeşru hükümdarı olarak görmeleri, Portekizliler'in işini zorlaştırdı. Ancak bu kez de 1661'de İspanya'nın en büyük düşmanı İngiltere, Portekiz'i destekleme kararı aldı.
Portekizliler, bu destekle beraber hücuma geçtiler ve 1663'te Ameixial'de, 1664'te Castelo Rodrigo'da ve 1665'te Montes Claros'ta İspanyolları art arda yendiler. Bu zaferden sonra, Portekiz'i ele geçirme ümitlerini kaybeden İspanyollar 1668'de Lizbon Antlaşmasını imzalayarak, Altıncı Afonso'nun hükümdarlığını ve Portekiz'in bağımsızlığını kabul ettiler.

KAYNAK : ERHAN AFYONCU, BUGÜN GAZETESİ (28.04.2013)

İTTİHAD VE TERAKKİ ÜZERİNE 3...

   Balkan Savaşı, İttihat ve Terakki'nin Tekrar İktidarı Ele Geçirmesi 
18 Ekim 1912'de Balkan Savaşı patlak verdi. İmparatorluk, bu küçücük Balkan devletleriyle de savaşa hazır değildi. Balkan Savaşı başlamadan kısa bir süre önce, hiç gereği yokken Balkanlardan 120 tabur asker terhis edilmişti. Erzincan, Şam ve Bağdat'taki askerî birlikler de Balkanlara kaydırılamadı. Her şeyden önemlisi, ordu politikaya bulaşmıştı. Subaylar, İttihatçı ve Halâskâr Zabitân diye ikiye ayrılmıştı. Bu arada Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti, daha savaşın başında 29 Ekim 1912'de istifa etti. Yerine Kâmil Paşa hükümeti kuruldu. Balkan Savaşı, bu siyasî ve askerî karışıklıklar içinde geçti. Halâskâr Zabitân, tamamen Balkanlarda savaşmakla meşguldü. İktidardan uzaklaştırılmış, fakat hiç yılmamış ve yeraltına kaymış İttihatçılar ise, tekrar iktidara dönmeye hazırlanıyordu (Lewis,1991:224). 

İlerleyen günlerde Balkan Savaşı hızla aleyhimize gelişmiş, daha savaşın başlangıcında Bulgarlar karşısında, gırtlağına kadar politikaya batmış Türk ordusu bozulmuş, Kırklareli bile düşmüş, düşman Çatalca önlerine gelmişti. Türk ordusu, Sırp, Karadağ ve Yunan orduları karşısında da büyük bir bozguna uğramıştı. 6 Kasım 1912'de "Selânik'i müdafaa ile vazifeli jandarma generali Tahsin Paşa, tek silâh atmadan, muazzam kolordusunu, bütün silâhlarıyla beraber Yunanlılara teslim etti" (Öztuna,1978:265). Yunan donanması, Ekim-Kasım-Aralık 1912'de Bozcaada, Limni, Midilli ve Sakız'ı işgal etti. Balkanlarda yalnız, İşkodra, Yanya ve Edirne kaleleri hâlâ düşmana direniyordu. 3 Aralık 1912'de Osmanlı hükümeti ateşkesi kabul etti. 

Bu arada İttihatçılar, Kâmil Paşa hükümetinin Edirne'yi Bulgarlara bıraktığı propagandasını yapıyordu. Hâlbuki böyle bir şey söz konusu değildi. 23 Ocak 1913'te Bulgar orduları Edirne'yi kuşatmış ve Çatalca mevzileri önüne gelmişken, İttihatçılar harekete geçti. Kurmay Yarbay Enver Bey, etrafına topladığı yaklaşık iki yüz kişilik bir kuvvetle Bâb-ı Âli'yi yani başbakanlığı bastı, nöbetçi iki subay ve sekiz eri şehit ederek Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Nazım Paşa'yı (Enver veya Yakup Cemil) tek kurşunla vurdu. Talat ve Enver beyler, 81 yaşındaki Başbakan Kâmil Paşa'nın odasına girdi ve ölüm tehdidiyle paşayı istifa ettirdi. Enver Bey, hiçbir sıfatı olmadığı hâlde Sultan Reşat'ı tehdit ederek, 23 Ocak 1913'te Mahmut Şevket Paşa'nın Harbiye Nazırlığı da üzerinde bulunmak üzere Başbakan olarak tayin edildiğine dair irade-i seniyye çıkarttı. 

Bâb-ı Âli Baskını'ndan (23 Ocak 1913) 1. Dünya Savaşı'na (1914) Kadar İttihat ve Terakki 
İttihat ve Terakki Cemiyeti, 23 Ocak 1913'te Mahmut Şevket Paşa'nın başbakanlığı döneminde ordu, polis ve sivil bürokraside, ciddi bir tasfiye daha gerçekleştirdi. Artık Jön Türkler tam anlamıyla iktidara gelmişti. Fakat İttihat ve Terakki'nin kesin iktidarı, ülkeyi hızla çöküşe doğru götürdü. Bu dönemde Balkan Savaşı, bütünüyle hezimete dönüştü. Direnmekte olan Yanya, İşkodra ve Edirne de düşman eline geçti. 30 Mayıs 1913'te imzalanan Londra Antlaşması'yla, Edirne dâhil bütün Balkanlar kaybedildi. Türkiye Midye-Enez çizgisine çekilip bugünkü Trakya topraklarının bile yarısını düşmana terk etmek zorunda kaldı. Mahmut Şevket Paşa'nın başbakanlığa gelişinden dört ay 19 gün sonra, 11 Haziran 1913'te bir suikasta hedef olup öldürülmesi, İttihat ve Terakki'ye son muhalefet kırıntılarını da yok etme fırsatını verdi. Suikastla ilgisi olmayan 350 muhalif, yakalanıp Sinop'a sürüldü. 29 kişi idam edildi. Cemiyet'e sadakatinden şüphe edilen bütün memur ve subayların görevine son verildi. Sıkıyönetim ilân edilip muhalefet susturuldu. Liberal muhalefetin lideri Prens Sabahattin, tekrar yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. 

Bu arada İttihat ve Terakki Cemiyeti, İttihat ve Terakki Fırkası'na dönüştü. Mahmut Şevket Paşa'nın yerine İttihatçılar, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın torunu, İttihatçı Prens Sait Halim Paşa'yı başbakanlığa getirdi; fakat Sait Halim Paşa, İttihatçı liderler Enver, Cemal ve Talat'ın kuklası durumunda idi. Türkiye'de artık bir tek parti diktatörlüğü kurulmuştu. 

Tam o günlerde, Balkan Savaşı'nın galibi küçük Balkan devletleri, Osmanlıdan aldıkları büyük mirası paylaşamamış, 29 Haziran 1913'ten itibaren birbirlerine düşmüşlerdi. Bunu fırsat bilen Osmanlı Devleti, 21 Temmuz 1913'te Edirne'yi Bulgarlardan geri aldı. Aşağı yukarı bugünkü Trakya sınırı çizildi. 

Yarbay Enver Bey, 3 Ocak 1914'te üst üste terfi ettirilerek Paşa ve Harbiye Nazırı oldu. Şehzade Süleyman Efendi'nin kızı Naciye Sultan'la evlenerek sarayın damadı hâline geldi. "Enver Paşa, 21 Ekim 1914'te Başkomutan Vekili unvanını alarak bütün orduya hâkim oldu" (Öztuna,1978:280). 

Cemal Bey, 1913'te İstanbul Muhafızı (Emniyet Müdürü) olup başşehrin güvenliğinden birinci derecede mesul kişi hâline geldi. O da hızla terfi ettirilerek Paşa yapıldı. Önce Bahriye Nazırı, sonra Suriye'de ordu komutanı oldu. 

Talat Bey ise, İttihat ve Terakki'nin en nüfuzlu adamı idi. 2. Meşrutiyet'ten önce telgraf memurluğu, Selânik Posta Müdürlüğü Başkatipliği yaptı. 2. Meşrutiyet'ten sonra ise, hızla yükseldi, önce milletvekili sonra Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) oldu. Prens Sait Halim Paşa'nın ardından Şubat 1917'de, imparatorluğun başbakanlık koltuğuna oturdu. 

"Bu üç adamın yönetimi altında devlet gücünün mekanizmasının vidaları, gittikçe sıkıştırıldı. Muhalefet partileri yıkıldı, liderleri sürüldü veya zararsızlaştırıldı ve bazen bir terör idaresi oranlarına yaklaşan bir baskı uygulandı" (Lewis,1991:226). 1914 kışında yapılan parlamento seçimlerine muhalefet katılmadı, dolayısıyla seçimlerden sonra oluşan meclis, İttihat ve Terakki'nin tam bir kuklası durumunda idi. 

Bu arada Avusturya veliahdı Ferdinand'ın 28 Haziran 1914'te Saray Bosna'da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesinin ardından, milletlerarası gerginlik hızla arttı ve 1. Dünya Savaşı patlak verdi. İttihatçı liderler Başbakan Sait Halim Paşa, Enver Paşa, Talat Paşa ve Meclis Başkanı Halil, gizlice Almanlarla bir ittifak antlaşması müzakerelerine girişti. 2 Ağustos 1914'te Almanlarla ittifak antlaşması imzalandı. Hemen ardından, Meclis tatil edildi. İttihat ve Terakki'nin kukla bir meclise bile tahammülü yoktu. Osmanlı Devleti, 11 Kasım 1914'te İngiltere, Fransa ve Rusya'ya karşı savaşa girdi. Hâlbuki devlet, askerî, iktisadî, haberleşme ve ulaşım açısından büyük bir savaşa hazır değildi. 

1. Dünya Savaşı Yıllarının Acıları ve İttihat-Terakki 
Türk ordusu, 1914–1918 yılları arasında, dört yıl boyunca Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan'ın müttefiki olarak, Çanakkale'de İngiliz ve Fransızlara, Doğu-Anadolu'da Ruslara ve onlara yardım eden Ermeni çetelerine, Irak'ta ve Filistin'de İngilizlere karşı savaştı. Yine Türk ordusu, Alman genelkurmayının isteği üzerine, Galiçya'da müttefikleri Alman ve Avusturya ordularının, Makedonya'da Bulgarların yardımına koştu. 1915–1916 yıllarında Çanakkale ve Irak cephelerinde büyük zaferler kazanılmasına rağmen, 1917'de Irak ve Filistin cepheleri çöktü. Bağdat ve Kudüs düştü. Yüz binlerce Anadolu çocuğu, hayatının baharında şehit düştü. Yüz binlercesi sakat kaldı. Milyonlarca Türk, bu büyük savaşın ağır şartları altında, açlık, yokluk, sefalet ve hastalıklar içinde kıvrandı. İttihat ve Terakki'nin bir avuç maceraperest yöneticisinin elinde Türk milleti, binlerce yıllık tarihinin en acı, en kötü yıllarını yaşadı ve en büyük felâketine maruz kaldı. 
Ağustos 1918'den itibaren Almanlar, Fransa karşısında geri çekilmeye başladı. Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devleti'ni birbirine bağlayan Bulgaristan, Selânik'ten karaya çıkan İngiliz ve Fransız ordularına yenilerek 2 Ekim 1918'de teslim oldu.

İttihat ve Terakki hükümeti, artık ateşkes istemekten başka çâre kalmadığını anlamıştı. Ermeni tehciri ve İngiliz esirlerine kötü muameleden dolayı, kendilerini savaş suçlusu ilân eden İtilaf devletleriyle ateşkes imzalamanın zor olacağını gören Talat Paşa hükümeti, 8 Ekim 1918'de istifa etti. Yerine kurulan Ahmet İzzet Paşa hükümeti, 30 Ekim 1918'de İtilaf devletleriyle Mondros Mütarekesi'ni imzaladı. Koskoca bir imparatorluk tarihe karışıyordu.

Mütareke imzalanır imzalanmaz 1 Kasım 1918'de, savaş suçlusu olarak yargılanmalarından korkan İttihat ve Terakki liderleri, Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, Bedri, Azmi, Bahattin Şakir, Dr. Nâzım ve Dr. Rusûhi beyler, bir Alman denizaltısına binerek yurt dışına kaçtılar. Böylece, 1908'de 2. Meşrutiyet'in ilânıyla başlayan İttihat ve Terakki iktidarı sona erdi.

İttihat ve Terakki, tam anlamıyla iktidarda olduğu 1913–1918 yılları arasında "Teşkilât-ı Mahsusa adında paramiliter bir örgüt ve Türk Gücü Cemiyeti, Osmanlı Güç (daha sonra Genç) dernekleri gibi yine paramiliter gençlik örgütleri kurduğu gibi, Kara Kemal Bey'in organizatörlüğü ile çok sayıda esnaf kuruluşunu kendisine bağladı, kendisini desteklemeyen basını susturdu, esasen dolaylı kontrolü altında olan Türk Ocakları'nı ise, fırka ideolojisini yayan bir kurum haline soktu" (Hanioğlu,2001:482). Türk toplumu içinden, millî bir burjuvazi oluşturmaya çalıştı. Kendini "vatan kurtarıcı" bir teşkilât olarak gördü. Kendine muhalefeti, vatan hainliği ile bir tuttu ve bütün bu uygulamalarıyla, daha sonra Türk siyasî hayatı üzerinde derin tesir icra edecek bir tek parti geleneğinin kurulmasında önemli bir tesiri oldu (Hanioğlu,2001:483).

İttihat ve Terakki Cemiyeti/Fırkası'nın ideolojik yönüne gelince, Pantürkizme kadar uzanan bir milliyetçilik, bilimin tek yol gösterici olduğunu savunan pozitivist inanç ve bu milliyetçi ve pozitivist anlayışın geniş kitlelere benimsetilmesi için, merkezî devletin ve merkezî otoritenin lüzumuna kuvvetli bir iman, onların hayata bakış tarzlarının özünü teşkil etti.

Mütareke ve Millî Mücadele Yıllarında İttihat ve Terakki (1918–1923) Son Çırpınışlar ve Acı Son 
İttihat ve Terakki son kongresini 1 Kasım 1918'de yaptı. 5 Kasım 1918'de kendini feshetti ve yeni bir parti kurulmasını kararlaştırdı. İttihat ve Terakki'nin yerine, 11 Kasım 1918'de Teceddüt Fırkası kuruldu. Teceddüt Fırkası, Meclis'te hâkim parti hâline geldi; fakat Meclis'in 21 Aralık 1918'de feshi, İttihat ve Terakki'nin son kozunu da elinden aldı. Teceddüt Fırkası, 5 Mayıs 1919'da bakanlar kurulu kararıyla kapatıldı.

8 Mart 1919 tarihli kararname ile kurulan sıkıyönetim mahkemesi, yurt dışına kaçanlar dışındaki İttihatçı önde gelen bakan, milletvekili ve sorumlu yöneticileri yargıladı. 5 Temmuz 1919'da İttihatçı liderler, çeşitli cezalara çarptırıldı. Bazı İttihatçı liderler, İngilizler tarafından Malta'ya sürüldü (Hanioğlu,2001:483).

Yurt dışına kaçan İttihatçı liderlerden Talat Paşa 1921'de, Cemal Paşa ve Bahattin Şakir 1922'de, Ermeniler tarafından öldürüldü. Enver Paşa ise, Odessa'dan, önce 1918'de Kafkasya'ya geçti. Orada mücadeleyi devam ettirme imkânı kalmayınca, Berlin'e geldi. Bir buçuk yıl Berlin'de kaldı. 1920'de Azerbaycan'a gitti. Gayesi Sovyet parası, silâhı ve desteğiyle bir ordu kurup, sonra Anadolu'ya girmekti. Fakat Sovyetler, Ankara'yla anlaşıp, Enver Paşa'ya beklediği desteği vermedi. Bunun üzerine Enver Paşa, 30 Temmuz 1921'de Moskova'dan Batum'a geldi. 5–8 Eylül 1921'de Batum'da İttihat ve Terakki kongresini topladı. Anadolu'ya geçip siyasete devam etmek istedi, fakat Türkiye'ye girmesi kabul edilmedi (Zürcher,2004:230-231). Enver Paşa, Batum'da iki hafta daha kaldı ve sonra Türkistan'a gitti. Pantürkist hayallerinden hiç vazgeçmemişti. Haziran 1922'de Afganistan sınırı yakınında, Türk birliklerinin başında Kızıl Ordu ile savaşırken öldü (Zürcher,2004:232). Dolayısıyla, İttihatçı liderlerin Millî Mücadele'yi bir İttihatçı harekete dönüştürme gayretleri, başarılı olmadı.

Cumhuriyet Devrinde İttihat ve Terakki (1923–1926) 
Millî Mücadele'nin zaferle bitmesinden sonra yurda dönen İttihatçılar, yeniden teşkilâtlanmaya başladı. 1922 yılında eski Maliye Bakanı Câvit Bey'in evinde toplanıp, yeni bir parti programı hazırladılar. Daha sonra 1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın faaliyetlerinde, önemli rol oynadılar. 1926 yılı Haziran ayında Mustafa Kemal Paşa'yı hedef alan İzmir Suikastı dolayısıyla 26 Haziran–12 Temmuz 1926 tarihleri arasında süren davada, bazıları eski İttihatçı olan on dört kişi idama mahkûm oldu. Bunlardan on ikisi, 13–14 Temmuz 1926 gecesi idam edildi. İttihat ve Terakki esnaf teşkilâtının en önemli iki ismi Kara Kemal ve Abdulkadir beyler, gıyaben idama mahkûm oldu (Hanioğlu,2001:483). Mahkeme heyeti tarafından suikast girişiminin ardındaki beyin olarak görülen Kara Kemal, İstanbul'da saklandığı yer ortaya çıkarılınca kendini vurdu (Zürcher,2004:254–255). Diğer İttihatçı liderler, diğer muhaliflerle beraber 1 Ağustos 1926'dan itibaren Ankara İstiklâl Mahkemesi'nde yargılandı. Bu mahkeme sonunda, İttihat ve Terakki'nin ünlü teşkilâtçısı ve eylem adamı Dr. Nâzım, eski Maliye Bakanı Cavit Bey, Hilmi ve Nâil beyler, 26 Ağustos 1926'da idam edildi. Diğer İttihatçılar ise, çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. İzmir ve Ankara İstiklâl Mahkemeleri, bir anlamda İttihatçılığın sonu oldu (Hanioğlu,2001:484).

Bu yazımızı, yakın Türkiye tarihi üzerinde çalışan biri yerli, diğeri yabancı iki ünlü bilim adamının İttihat ve Terakki ile ilgili şu değerlendirmeleriyle bitirmek istiyoruz:

Birincisi, Prof. Dr. M. Şükrü Hanioğlu. Hanioğlu, İttihat ve Terakki ile ilgili şu ilginç değerlendirmeyi yapıyor:

"İttihat ve Terakki'nin yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasî hayatı ve bu yeni yapı içerisinde, siyasî teâmüllerin teşekkülü üzerindeki tesiri tartışılmaz"dır (Hanioğlu,2001:484).

İkincisi, Türkiye Cumhu­riyeti'nin kuruluş devriyle ilgili parlak araştırmalarıyla tanınan Amsterdam ve Nijmegan Üniversiteleri öğretim üyesi, Milletlerarası Sosyal Tarih Enstitüsü Türkiye Bölümü Başkanı Dr. Erik Jan Zürcher, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nin belli başlı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulan Modernleşen Türkiye'nin Tarihi (Turkey, A Modern History) adlı eserinin ikinci bölümünün başlığını şöyle koymuştur:

"Türk Tarihinde Jön Türk Dönemi (1908–1950)" (Zürcher,2004:137).

Bu iki ünlü tarihçinin, bu iki ilginç ve üzerinde u­zun uzun düşünülmesi gereken tespiti anlaşılmadan, Türkiye'nin yakın tarihini ve yakın tarihinde cereyan eden olayları anlamak çok zordur. 

İTTİHAD VE TERAKKİ ÜZERİNE 2...

      2. Meşrutiyet'ten ( 23 Temmuz 1908 ) 31 Mart Vak'ası'na ( 13 Nisan 1909 ) Kadar İttihat ve Terakki
Meşrutiyet'in ilânından sonra Cemiyet'in adı, tekrar İttihat ve Terakki hâline getirildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti Meşrutiyet'i ilân ettirmeyi başarmış; fakat Sultan 2. Abdülhamid'i azledecek güce erişememişti. Hükümeti de tam olarak kontrol edemiyordu. Çünkü meşrutî rejimde de olsa, başbakanı (sadrâzamı) padişah tayin ediyordu. Ayrıca yaş ve kıdem, Osmanlı Devleti'nde otoritenin çok önemli bir ön şartıydı ve çoğu yüzbaşı ve binbaşı veya küçük bürokrat olan, yaşları yirmilerin sonlarında ve otuzların başlarında olan İttihat ve Terakki'nin Jön Türklerinde ikisi de yoktu (Zürcher, 2004:141). 

Cemiyet önce, Meşrutiyet'in ilânının hemen ertesi günü, 24 Temmuz 1908'de bütün cemiyetlerin dağıtılması yolundaki irade-i seniyyeye şiddetle karşı çıktı. Ve padişaha, Selânik'te Beyaz Kule etrafındaki bahçeyi genel merkez yapmak üzere hibe ettirip, bir çeşit meşrûiyet ve resmiyet kazandı. Kendisini "Cemiyet-i Mukaddes" olarak ilân edip, hükümete doğrudan emirler vermeye başladı. Bu arada teşkilâtlanmaya hız verdi. İmparatorluğun her yerinde hızla şubeleşti. Teşkilâtlar genel olarak asker-sivil bürokrasi, Müslüman tüccarlar, lonca başkanları ve toprak sahipleri ittifakına dayanıyordu. 

İlk seçimler, türlü yolsuzluklar ve baskılar içinde yapıldı. Halk, silâh zoruyla İttihatçı adayları seçmek zorunda kaldı (Öztuna,1978:225). Zaten seçimlerde İttihat ve Terakki dışında teşkilâtlanmış tek parti, Prens Sabahattin'in (O da Meşrutiyet'in ilânıyla Avrupa'dan İstanbul'a dönmüştü) Eylül 1908'de kurduğu Osmanlı Ahrar Fırkası'ydı. Fakat bu partinin de ülke çapında teşkilâtı yoktu ve sadece tek milletvekili çıkarabilmişti. 

Meclis 17 Aralık 1908'de Sultan 2. Abdülhamid tarafından açıldı. İttihatçılar, Meclis'e hâkim olmuş ve ünlü İttihatçı pozitivist Ahmet Rıza'yı Meclis Başkanı yapmışlardı. Fakat meşrutî rejimin daha ilk aylarından itibaren başarısızlık, acı ve hayal kırıklıkları birbirini takip etti. 5 Ekim 1908'de, 1878'den beri özerk olan Bulgaristan Prensliği, Osmanlı Devleti'nden koptu ve bağımsızlığını ilân etti. "Bulgaristan Prensi ve Doğu Rumeli valisi, Sultan Hamit'in yâveri, müşiri ve sadık bendesi Ferdinand, Bulgaristan Kralı oldu" (Öztuna, 1978:225). Aynı gün Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, 1878'den beri işgal ettiği Bosna-Hersek'i resmen topraklarına kattı. Bir gün sonra 6 Ekim 1908'de Girit Meclisi, Osmanlı Devleti'nden ayrıldığını ve Yunanistan'a katıldığını duyurdu. 14 Nisan 1909'da Adana ve Tarsus çevresinde, Ermeni isyanı patlak verdi. Bütün bunlar İstanbul'da, derin bir şok tesiri meydana getirdi. Bu arada İstanbul'da Meşrutiyet'in ilân edildiği 23 Temmuz 1908'den, 31 Mart (13 Nisan) 1909'a kadar geçen yaklaşık dokuz aylık çok kısa bir süre içinde, Sait Paşa Hükümeti, Kamil Paşa Hükümeti, Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti olmak üzere, üç hükümet kurulmuş ve yıkılmış, İttihat ve Terakki'nin baskısı altında ülke idare edilemez bir hâle gelmişti. 

İttihat ve Terakki, sadrazamları tehdit ediyor, hükümetleri düşürüyor, muhalifleri korkutma ve sindirmeye çalışıyordu. Bunun için her yola başvuruluyordu. 7 Nisan 1909'da ünlü muhalif gazeteci Hasan Fehmi, İstanbul'da Galata Köprüsü'nde öldürülmüş, fakat fâilleri bulunamamıştı..(Fail-i Meçhuller!). 

Toplumun birçok kesimi, İttihatçı Jön Türklerin gerçek yüzünü görmeye başlamıştı. Bu arada liberal muhalefet Prens Sabahattin'in Osmanlı Ahrar Fırkası, ülkenin içinde bulunduğu durumu fırsat bilerek, Derviş Vahdeti'nin Volkan gazetesi etrafındaki dindar toplulukları İttihat ve Terakki'ye karşı isyana teşvik edip, iktidara gelmek istemişti. Bu cahil ve kullanılmaya müsait mutaassıp topluluklar (Alt rütbeden bazı softalar ve mollalar, bazı medrese öğrencileri, 1.Ordu'nun çoğu Arnavut olan askerleri ve Makedonya taburları), İttihat ve Terakki'nin de kışkırtmasıyla 12 Nisan 1909'da sokağa dökülmüş, bazı subayları ve ünlü İttihatçılara benzettikleri iki milletvekilini öldürmüşlerdi. "Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye'de birleşen üst rütbeden ulema ise, ayaklanmayı hiç desteklememiş ve 16 Nisan'dan (1909) itibaren de açıkça kınamıştı" (Zürcher, 2004:145). 

İttihat ve Terakki zaten böyle, rejime müdahale edebilecek uygun bir kaos ortamı istiyor ve bekliyordu. Bu yüzden bazı kaynaklara göre kendisinin "hazırladığı" (Öztuna, 1978:229) bu olayları bahane ederek, Makedonya'dan Mahmut Şevket Paşa komutasında "çoğunluğu, Sırp, Bulgar, Yunan, Makedon, Arnavut çetecileriyle, sözde gönüllülerden teşkil edilen" (Öztuna, 1978:231) Hareket Ordusu'yla 24 Nisan 1909'da İstanbul'a girmiş, isyanı bastırmıştı. Sıkıyönetim ilân edilip Derviş Vahdeti ve çok sayıda isyancı, askerî mahkemede yargılanıp idam edilmiş, Osmanlı Ahrar Fırkası yöneticileri tutuklanmış, Prens Sabahattin yurt dışına kaçmıştı. 

İsyanla hiçbir alâkası kurulamayan fakat İttihat ve Terakki'nin kesin iktidarı önünde en büyük engeli teşkil eden Sultan 2. Abdülhamid, İttihatçı Talat Bey'in (Paşa) 27 Nisan 1909'da Meclis'i tehdidiyle, Meclis tarafından tahttan indirilip hemen aynı gün Selânik'e gönderildi. Orada sıkı bir gözetim altında tutulup, gazete okumasına bile izin verilmedi. Yıldız Sarayı'nın eşsiz zenginlikleri, günlerce Hareket Ordusu'ndaki Balkan komitecileri tarafından yağmalandı. 

Sultan 2. Abdülhamid'in yerine küçük kardeşi Mehmet Reşat geçti. Sultan 2. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra, İttihat ve Terakki, orduda ve bürokraside büyük bir tasfiyeye girişti. "Erken emekliliğe ve rütbe tenziline gidilerek, hem bürokrasi ve hem de (Mahmut Şevket Paşa'nın izniyle) subay takımı budanmış ve yeniden düzenlenmişti. Orduda, Abdülhamid zamanında alaydan yükselmiş subayların çoğu, tasfiye edilmişti. Sonuçta, sonraki birkaç yıl boyunca, on binin üstünde subay, başka deyimle subayların aşağı yukarı üçte biri, tasfiye edilmiş bulunuyordu" (Zürcher,2004:149-150). Bu tasfiyeden saray bürokrasisi bile kurtulamamıştı. "Yeni sultan Mehmet Reşat, saray personelini baştan aşağıya temizleyen ve orada kilit mevkilere kendi adamlarını getiren İttihat ve Terakki'nin elinde oyuncaktı" (Lewis, 1991:216-217). 

Artık İttihat ve Terakki'nin Jön Türkleri, iktidarda daha rahattı. Fakat işler, hiç de İttihat ve Terakki'nin beklediği gibi gitmiyordu. Çok milletli, çok dinli ve çok mezhepli imparatorlukta, Meşrutiyet'in ilân edilmesi ve Meclis'in açılmasına rağmen, milliyetçi ve ayrılıkçı hareketler gelişmeye devam ediyor, hâkim millet "Türklerin bile milliyetçi virüse yakalanması ile" (Lewis,1991:217), ülkenin birliği ve bütünlüğünü korumak giderek zorlaşıyordu. 

31 Mart Vak'ası'ndan (13 Niasan 1909) Trablusgarp Savaşı'na (29 Eylül 1911) Kadar İttihat ve Terakki 
Sultan 2. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi ve Mehmet Reşat'ın tahta çıkarılmasından sonra, ülke bir türlü huzura kavuşamamıştı. 13 Nisan 1909'dan sonra kurulan Tevfik Paşa hükümeti, üç hafta sonra istifa etmiş, yerine ikinci defa Hüseyin Hilmi Paşa hükümet kurmuş ve bu hükümette Talat Bey (Paşa), Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) yapılmıştı. Fakat Hüseyin Hilmi Paşa da, yedi ay sonra 28 Aralık 1909'da istifa etmişti. Hüseyin Hilmi Paşa İttihatçıları tutmasına rağmen, İttihatçıların ve özellikle Talat Bey'in (Paşa) baskılarına dayanamamıştı. 

İttihatçılar Hüseyin Hilmi Paşa'nın yerine, Roma Büyükelçisi İbrahim Hakkı Paşa'yı getirdiler. İbrahim Hakkı Paşa "gafil, Türkiye'yi tanımayan, tamamen Batılı bir hayat süren, mesuliyet duygusundan mahrum bir adamdı" (Öztuna, 1978:254). 23 Eylül 1911'de İtalyanlar, Türkiye'ye, Trablus vilâyeti ve Bingazi sancağının kendilerine terk edilmesini isteyen bir nota vermişlerdi. Bu nota, sadrazam İbrahim Hakkı Paşa'ya, "Türkiye'nin hizmetinde jandarma ıslahatı için çalışan İtalyan Robilan Paşa ve zevcesi ile briç oynarken getirilmiş, briç partisini bozmak istemeyen paşa, zarfı bir müddet açmamıştır" (Öztuna, 1978:260). Böyle bir adam, 29 Eylül 1911'e kadar tam, 1 yıl 9 ay 3 gün İttihatçıların kontrolünde koskoca ülkeyi yönetmişti(!). 

Bu üç hükümetin birbirini takip ettiği yaklaşık iki buçuk yıl içinde, Havran'da (Suriye'nin en güneyi) Dürzîler, Yemen'de Zeydiler, Balkanlarda Arnavutlar, devlete isyan etti. Devlet bu isyanların şiddetle üzerine gitti. Özellikle 1910 Arnavutluk isyanı, yumuşak bir siyasetle önlenebileceği hâlde, Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa 82 piyade taburundan oluşan çok büyük bir kuvvetle, Arnavutluk'un altını üstüne getirdi. Devlet, Arnavutların büyük bir çoğunluk teşkil ettiği Kosova, Yanya ve İşkodra'da büyük bir itibar kaybetti ve Balkanlardaki en önemli dayanağını yitirdi. 

Bunun meydana gelebilecek acı sonuçlarını tahmin eden hükümet, durumu bir ölçüde de olsa tamir edebilmek için, Sultan Mehmet Reşat'ı 5 Haziran 1911'de Rumeli seyahatine çıkardı. Padişah önce Barbaros zırhlısıyla Selânik'e, oradan 11 Haziran 1911'de trenle Üsküp'e vardı. 16 Haziran 1911'de Kosova sahrasında, "Murat Hüdavendigâr'ın meşhedi önünde, yüz bin Arnavut'la Cuma namazı kıldı... Sultan Reşat'ın geçtiği yerlerde, yüz binlerce Arnavut, padişahı görmek için birbirini çiğnedi. En bahtiyarları, padişahın huzurunda yer öptüler. Kanunî'den beri hiçbir Osmanoğlu, Arnavut ülkelerine ayak basmamıştı. Mahmut Şevket Paşa'nın 82 taburla yapamadığını, Osmanoğullarının asırlık prestiji temin etti" ( Öztuna, 1978:258 ). 

İstanbul'da da işler iyiye gitmiyordu. 24 Nisan 1909'da Hareket Ordusu'nun başşehire girmesinden sonra Mahmut Şevket Paşa, sıkıyönetim ilân etmiş ve bu daha sonra iki yıl uzatılmıştı. Sıkıyönetim, etkin, demokratik bir muhalefetin gelişmesini engelledi. Sıkıyönetime rağmen muhalefet edenler, şiddet ve terörün her türlüsüne başvurularak susturuldu. Meselâ, ünlü muhalif gazeteci Ahmet Samim, 9 Haziran 1910'da, tıpkı 1909'da öldürülen gazeteci Hasan Fehmi Bey gibi ortadan kaldırıldı. İttihat ve Terakki, 1910 yılında Şurâ-yı Devlet tarafından "menâfi-i umumiyeye hâdim cemiyet olarak tescil edildi" (Hanioğlu, 2001:482). 

Fakat bu baskı ve şiddet, İttihat ve Terakki içinde bile derin bir hoşnutsuzluk meydana getirdi ve ilk büyük bölünmeye sebebiyet verdi. Cemiyet'in takip ettiği sosyal ve siyasi politikaları beğenmeyen ve tenkit eden Miralay Sadık Bey ve Abdülaziz Mecdi Efendi liderliğinde 1911 başlarında, Hizb-i Cedid adıyla muhafazakâr özellikler taşıyan cemiyet içi bir muhalefet oluştu ve bu muhalefet hızla gelişti. Bunun üzerine Cemiyet, uzlaşmacı bir tavır sergileyip, cemiyet içi muhalefeti yatıştırmaya çalıştı. Talat Bey (Paşa) dâhil bazı İttihatçılar, hükümetten çekildi. Cemiyet tarafından 23 Nisan 1911'de, "nüfûzu gittikçe artan Miralay Sadık tarafından dile getirilen muhalefet taleplerinin kabul edildiği on maddelik yeni bir program yayınlandı" (Zürcher, 2004:152). 

Bu hiç değilse o an için, muhalefeti yatıştırdı. Ağustos 1911'de toplanan İttihat ve Terakki Kongresi'nde Cemiyet içindeki fikir ayrılıkları, 29 Eylül 1911'de İtalyanların Trablusgarp'a saldırı haberi üzerine, milli birlik ve beraberlik vakti düşüncesi ile uzlaşmayla sona erdi. 

Trablusgarp Savaşı'ndan (29 Eylül 1911) Bâb-ı Âli Baskını'na (23 Ocak 1913) Kadar İttihat ve Terakki 
29 Eylül 1911'de Trablusgarp Savaşı'nın başlaması üzerine, İbrahim Hakkı Paşa hükümeti istifa etti. İttihat ve Terakki, Sultan 2. Abdülhamid'in ünlü başbakanı ihtiyar Sait Paşa'yı sekizinci defa iktidara getirdi. Sait Paşa üç ay sonra 30 Aralık 1911'de istifa etti. Ardından tekrar dokuzuncu hükümetini kurdu. Bu defa altı buçuk ay kadar iktidarda kaldı. 16 Temmuz 1912'de istifa etti. Sait Paşa'nın yerine Gazi Ahmet Muhtar Paşa iktidara geldi. O da üç ay dayanabildi. 29 Ekim 1912'de istifa etti. Yerine Kâmil Paşa geldi. Kâmil Paşa hükümeti, İttihatçıların karşısında üç ay bile dayanamadı. 23 Ocak 1913'te meşhur Bâb-ı Âli Baskını'nda silâh tehdidiyle istifa ettirildi. Trablusgarp Savaşı'nın patlak verdiği 29 Eylül 1911'den, 23 Ocak 1913 Bâb-ı Âli Baskını'na kadar yaklaşık on altı ayda, dört hükümet kurulmuş, yıkılmış, üç başbakan değişmişti. Ülke, İttihatçıların elinde bir türlü istikrara ve huzura kavuşamıyordu. 

Bu istikrarsız ve huzursuz on altı ay içinde, çok önemli olaylar cereyan etti. 21 Kasım 1911'de, İttihat ve Terakki Cemiyeti karşıtı muhalefet ve partiler, Hürriyet ve İtilaf Fırkası adıyla yeni bir partide birleştiler. "Bu parti, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nden nefret etmenin dışında, hemen hemen hiç ortak noktaları olmayan muhafazakâr ve liberallerin bir yığınıydı" (Zürcher, 2004:152-153). Buna rağmen kurulduktan üç hafta sonra 11 Aralık 1911'de, İstanbul'da yapılan ara seçimi kazanarak şaşılacak bir başarı kazandı. Bu başarı, İttihat ve Terakki'yi telâşlandırdı ve korkuttu. İttihat ve Terakki, Meclis'i feshettirip, Nisan 1912'de "o kadar iyi hazırlanmış ve yönetilmiş bir genel seçim oldu ki" (Lewis, 1991:221), 275 üyesi olan Meclis'e, muhalefet ancak 6 (altı) milletvekili sokabildi. İttihat ve Terakki, "eski Meclis'i feshetmek ve hayâsız derecede dürüstlükten uzak bir seçimle bir yenisini kendi adaylarıyla doldurmak suretiyle, Meclis içi muhalefeti ezmişti" (Lewis, 1991:222). Bu seçimler, Türk tarihine "sopalı" seçimler diye geçti (Tunaya, 1952:322; Zürcher, 2004:153). Muhalefetin gözünde, böyle bir Meclis'in hiçbir meşrûiyeti kalmamıştı. 

İttihatçılar Arasında Bile Görüş Ayrılıkları ve Orduda Bölünme 
İttihat ve Terakki Cemiyeti, İstanbul'a gitmiş, iktidara gelmiş, müstebit olmuştu. Bu durum Rumeli'de meşrutiyete gönül vermiş genç subayların bir kısmında, bir şok tesiri yapmış, derin bir hayal kırıklığı uyandırmıştı. Orduda artık, mektepli subaylar arasında da ciddi görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştı. Ordu yine kaynıyordu. Rumeli'deki mektepli genç subayların bir kısmı, yine dağlara çıktılar. Bu genç subaylar, dağlarda "Arnavut âsilerin desteğine güveniyorlardı" (Lewis, 1991:222). Bu, ne hazin bir durumdu. 

Rumeli'de genç subaylar arasındaki bu isyan, başkentte de yankı bulmuş, Mayıs-Haziran 1912'de Miralay Sadık ve arkadaşları, İstanbul'da, "Halâskâr Zâbitân" adıyla bir grup kurmuş ve hükümete silâhlı müdahale yani darbe tehdidinde bulunmuştu. Makedonya'da iktidar ve muhalefeti tutan subaylar, çeteler kurmuş birbirleriyle savaşıyordu. Bu rezalet üzerine, önce 14 Temmuz 1912'de Harbiye Nazırı meşhur Hareket Ordusu komutanı Mahmut Şevket Paşa, ardından 16 Temmuz 1912'de Başbakan Sait Paşa istifa etti. Ordu içindeki "Halâskâr Zâbitân" gurubunun baskısıyla, İttihatçılar iktidardan uzaklaştırıldı. 21 Temmuz 1912'de Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın başkanlığında "Büyük Kabine" denilen bir milli birlik hükümeti kuruldu. Sıkıyönetim kaldırıldı. 5 Ağustos 1912'de İttihatçıların hakim olduğu Meclis, feshedildi. "Hizmet başındaki bütün subaylara, politikaya karışmayacaklarına dair yemin ettirildi" (Lewis,1991:223). Yeni hükümet, orduyu, siyaset dışında tutmak için gayret gösteriyordu. 

Bu arada 29 Eylül 1911'de başlayan Trablusgarp Savaşı netice itibarıyla hiç de iyi gelişmedi. İtalyanlar, kısa sürede Libya'nın sahil şeridindeki şehir ve kasabaları işgal etmişler; fakat Libya'nın içlerine nüfûz edememişlerdi. İstanbul'dan gelen bir avuç Türk subayı, Senûsilerin de desteğiyle halkı silâhlandırmış ve İtalyanları derin bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Bunun üzerine İtalyan donanması, önce Beyrut'u bombardıman etti, ardından Nisan-Mayıs 1912'de Rodos ve on iki adaları işgal etti. 18 Temmuz 1912 gecesi, Çanakkale Boğazı'nı zorladı; fakat geçemedi. Tam bu acı olaylar yaşanırken, 8 Ekim 1912'de Balkanlarda Karadağ Prensliği, koskoca Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilân etti. Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan, Osmanlı Devleti'yle savaş hazırlıklarına başladı. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, iki cephede savaşmamak için, İtalyanlarla mecburen 15 Ekim 1912'de Lozan veya Uşi Antlaşması'nı imzaladı. Antlaşmaya göre, Trablusgarp vilayeti ve Bingazi sancağı, İtalya'ya bırakıldı. Rodos ve on iki adalar, Türkiye'ye geri verilecekti. Fakat Yunan donanmasının bu adaları işgalinden çekinen Türkiye, şimdilik kaydıyla bu adaların İtalya'da kalmasını istiyordu. Fakat İtalyanlar, Rodos ve on iki adalardan 2. Dünya Savaşı sonuna kadar bir daha çıkmadı. 2. Dünya Savaşı sonunda ise Rodos ve on iki adalar, İtalyanlardan alınıp Yunanistan'a verildi. 

İLK MUHALEFET HAREKETİ JÖN TÜRKLERDEN İTTİHAD VE TERAKKİ'YE

Teşkilâtlanmış ilk Muhalefetin Kuruluşu ve Gelişmesi (1889...) 
İmparatorluk Türkiye'sinde, ilk illegal ve teşkilâtlı muhalefet, 1889 yılında dört askeri tıbbiye öğrencisi tarafından kuruldu. Bu öğrencilerin isimleri, İbrahim Temo, Mehmet Reşit, Abdullah Cevdet ve İshak Sukutî idi. Bu dört öğrenci, gayesi, anayasa ve parlamentoyu yeniden getirmek olan İttihâd-ı Osmanî Cemiyeti'ni kurdu. 

İttihâd-ı Osmanî Cemiyeti, kurulduktan sonra askerî ve sivil yüksekokul öğrencileri arasında taraftar kazanarak hızla büyüdü. Hâlbuki o yıllarda sultan 2. Abdülhamid, ülkesinin Hıristiyan teb'ası tarafından olmasa da, "Müslüman nüfusun büyük çoğunluğu tarafından seviliyordu." (Zürcher, 2004: 130)Fakat 2. Abdülhamid idaresinin en büyük zaafı, kendi geliştirdiği ve hızla çoğalttığı modern eğitim kurumlarında okuyan öğrencilere ve buralardan mezun olan asker ve sivil bürokrasiye yani Osmanlı aydın zümresine, sadakat aşılayamamış olması, onlara, ulaşılacak bir hedef sunmada tamamıyla başarısız kalmasıydı. (Zurcher, 2004: 130)

İttihâd-ı Osmanî Cemiyeti, gizli toplantılarla, bir yandan üye sayısını artırmaya, diğer yandan ise sağlam ve etkili bir teşkilât yapısı oluşturmaya çalışıyordu. Bu konuda İtalyan Carbonari Cemiyeti ve Rus nihilistlerinin örgütlenme modelleri temel alınıp, öğrenciler hücreler şeklinde teşkilâtlandırıldı. Hareketin bu dönemdeki faaliyeti, yurt dışında basılan ve yabancı postaneler ve diğer kanallarla yurda sokulan rejim muhalifi gazetelerin okunması, Namık Kemal ve arkadaşlarının eserlerinin el yazısıyla çoğaltılarak dağıtılmasından ibaretti. (Hanioğlu, 2001: 476)

İttihâd-ı Osmanî Cemiyeti'nin kurulduğu aynı yıl yani 1889'da, Bursa Maarif Müdürü, Galatasaray mezunu Ahmet Rıza Paris'e kaçtı ve orada, 2. Abdülhamid'in 1878'de Meclis'i kapatmasından sonra oluşmuş ve yavaş yavaş büyüyen bir muhalefet grubuyla karşılaştı. Paris'te kısa sürede hızlı bir pozitivist olan Ahmet Rıza, oradaki muhalefetin başına geçti. Fransa'daki bu rejim muhalifi topluluk, kendine Jön Türkler (Jeunes Turcs) adını verdi. 

İç ve Dış Muhalefetin Birleşmesi (1895) 
1895'te İstanbul'daki İttihâd-ı Osmanî Cemiyeti ile Fransa'daki Jön Türklerin lideri Ahmet Rıza, temasa geçti ve uzun süren haberleşmelerden sonra, iç ve dış muhalefet, Auguste Comte'un ünlü sözü "ordre et progres"den ilham alarak, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ismiyle birleşti. "Cemiyet, 1 Aralık 1895'te Paris'te Meşveret dergisini ve 7 Aralık'ta Mechveret supplemént français'yi resmi yayın organı olarak neşre başladı." (Hanioğlu, 2001: 477) 

Aynı günlerde, Aralık 1895'te İstanbul'da Mülkiye'de hoca olan ve Mizan adıyla bir dergi yayımlayan Mizancı Murat, İngiliz işgalindeki Mısır'a kaçtı ve orada sultanı ve rejimini açıkça yeren Mizan dergisini çıkarmaya devam etti. Artık Sultan 2. Abdülhamid'in karşısında, hem yurt içinde hem de yurt dışında teşkilâtlı, daha kuvvetli bir muhalefet vardı. Bu kuvvetli muhalefet, Paris, Cenevre, Kahire ve İstanbul dışında, Ankara, Beyrut, Edirne, Hama, Humus, Girit, İzmir, Kastamonu, Limni, Mersin, Rodos, Selanik, Şam, Trabzon, Trablus ve Trablusgarp gibi şehirlerde şubeler açtı. Üye sayısını arttırdı. 

İttihat ve Terakki'nin İlk Güç Gösterisi, Darbe Teşebbüsü, Sürgünler ve Bölünme (1896) 
1896'da Cemiyet, Sultan 2. Abdülhamid'i devirmek için bir hükümet darbesi hazırlayabilecek duruma gelmişti. Devletin istihbarat teşkilâtı, bu darbe hazırlığını ortaya çıkardı ve darbe tertipçileri yakalanıp muhakeme edildi. Fakat darbe tertipçilerinin hiçbirine, idam cezası verilmedi. Sadece imparatorluğun Musul, Fizan gibi uzak şehirlerine sürüldü. Darbenin lideri İstanbul 1. Tümen Komutanı Kâzım Paşa bile, Arnavutluk'a, İşkodra Valiliği'ne atanarak cezalandırıldı. (Lewis, 1991:196) Daha önce 1894'te askerî okullarda Cemiyet'le ilgili yapılan soruşturma, tutuklama ve askeri okuldan atma cezaları da, basit bir öğrenci olayı olarak mütalaa edilip Sultan 2. Abdülhamid'in iradesiyle affedilmişti. (Hanioğlu, 2001: 476–477) Sultan, kendisi ve ülkesi için asker ve sivil bürokraside gelişen tehdidin farkında değildi ve bu darbeci- ihtilâlci hareketlere karşı, onları gereğince önemsemeyen müsamahakâr tavrı ile, hızla sadece kendi sonunu değil, sınırları hâlâ Arnavutluk'tan Basra Körfezi'ne, Kafkaslardan Trablusgarp'a kadar uzanan büyük bir devletin sonunu da hazırlıyordu. 

Bu sürgünlerden sonra, Jön Türk hareketinin merkezi, dışarıya, Avrupa'ya kaydı. Sürgün yerlerinden kaçan muhalifler de, artık soluğu Avrupa'da alıyordu. Avrupa'da muhaliflerin sayısının artması, harekete canlılık ve çeşitlilik getirdi. 1896'da Mizancı Murat, Kahire'den Paris'e geldi ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin olağanüstü toplantısında, Cemiyet'e başkan seçildi. Mizancı Murat hareketin merkezini, Cenevre'ye taşıdı. Mizan dergisini Cenevre'de çıkarmaya başladı. O günlerde Mizancı Murat'a, eski Harbiye hocalarından Çürüksulu Ahmet Bey, Dr. Nazım ve Şerafettin Mağmumî de katıldı. Böylece Cemiyet, Mizancı Murat'ın başında olduğu Cenevre ve Ahmet Rıza'nın önderlik ettiği Paris kolu olmak üzere ikiye bölünmüştü. Fakat ağırlık, ihtilâlci görüşlere sahip Cenevre kolundaydı. 

Devletle Uzlaşma ve Hareketin Zayıflaması (1897–1898) 
1897 yılı Osmanlı Devleti için iyi bir yıl olmuştu. O yıl, Ermeni olaylarının çoğu bitmiş, ayrıca Yunanistan'a karşı ünlü Tesalya Zaferi kazanılmıştı. Bu da Sultan 2. Abdülhamid'in içte ve dışta itibarını arttırmış; fakat muhalefet için çok kötü sonuçlar doğurmuştu. İstanbul'da ciddi bir operasyonla hemen bütün tanınmış Jön Türk muhalifler toplanmış, muhakeme edilip Trablusgarp'a sürülmüştü. Bu atmosfer içinde, padişah, Ahmet Celalettin Paşa'yı Cenevre'ye gönderdi ve Mizancı Murat'ı İstanbul'a dönmeye razı etti. 

İttihat ve Terakki Cemiyeti, devletle resmen anlaşmış ve bunu bütün şubelerine duyurmuştu. Mizancı Murat da İstanbul'a dönmüş, Şûra-yı Devlet üyeliğine atanmış, padişahın sâdık bendesi olmuştu. İttihat ve Terakki Cemiyeti için bu moral bozucu durum dalga dalga yayılmış, 1896'da Cenevre'ye gelip Osmanlı İhtilâl Fırkası'nı kuran Tunalı Hilmi ve Cemiyet'in ilk kurucu üyelerinden İshak Sukutî ve Dr. Abdullah Cevdet de, bir daha muhalif neşriyatta bulunmamak üzere padişahla anlaşıvermişti. Üçüne de 20 Ağustos 1898'de ömür boyu on ikişer lira maaş bağlanmış (Hanioğlu,1981: 37,40), ayrıca 26 Eylül 1899 tarihli bir irade ile, İshak Sukutî devletin Roma, Abdullah Cevdet Viyana elçiliği doktorluğuna atanmıştı. Bunu çok geçmeden, Tunalı Hilmi'nin Madrid elçiliği kâtipliğine atanması takip etti. (Hanioğlu, 2001:478) 

Yıllardır devam eden teşkilâtlı muhalefetin ilk kurucuları ve liderleri, birçok muhalif genci ortada bırakıp devletle uzlaşmış, Sultan'ın kendilerine sunduğu "arpalıkları" kabul edip, Jön Türk hareketine "ihanet" etmişti. Jön Türk (İttihat ve Terakki) hareketinde, bu durum hiçbir zaman unutulmayacaktır. (Lewis, 1991:198–199; Zürcher, 2004:132) "Onların bu tavrı Ahmet Rıza'yı haklı çıkarmış ve Ahmet Rıza, bir kez daha sürgündeki hareketin tartışmasız önderi olmuştu. Ne var ki hareket, ciddi bir darbe yemiş bulunuyordu. 1897–1899 yılları, hareketin en sönük zamanıydı." (Zürcher, 2004:132–133) 

Yeniden Toparlanma ve Ciddî Görüş Ayrılıkları (1899) 
Tam o günlerde (Aralık 1899) zengin bir Osmanlı paşasının, Sultan 2. Abdülhamid "bir maden imtiyazı hakkındaki usulsüz talebini yerine getirmediği için" (Öztuna, 1978:215) iki oğluyla birlikte Fransa'ya kaçması, harekete bir canlılık getirdi. Bu Osmanlı paşası, ana tarafından Sultan 2. Mahmut'un torunu Damat Mahmut Celalettin Paşa idi. Karısı, Sultan Abdülmecid'in kızı yani Sultan 2. Abdülhamid'in kız kardeşiydi. Mahmut Celalettin Paşa'nın (1853–1903) oğulları Sabahattin ve Lütfullah'la birlikte Jön Türklere katılması, Sultan 2. Abdülhamid'e bir darbe olmuş, ayrıca muhalefete bir prestij ve güç kazandırmıştı. 

Bilhassa Prens Sabahattin (1887–1948), Jön Türk hareketini derinden etkiledi. Pozitivist Ahmet Rıza'nın ideolojik rakibi hâline geldi. Prens Sabahattin, imparatorluğu canlandırmak için serbest ferdî teşebbüsün gücüne inanan ve adem-i merkeziyeti savunan katıksız bir liberaldi. İngiltere gibi Meşrutî bir monarşiyi, merkezî hükümetin yetkilerinin sınırlandırıldığı, mahallî idarelerin güçlendirildiği, özel teşebbüsün önünün açıldığı ve teşvik edildiği bir siyasî, idarî ve ekonomik yapıyı savunan Prens Sabahattin'in bu liberal görüşleri, Ahmet Rıza'ya ve Jön Türklerin bir kısmına hiç de cazip gelmedi. Aksine, ayrılıkçı milliyetçi hareketlerin ve isyanların, Batılı emperyalist emellerin, imparatorluğun birliğine ve bütünlüğüne karşı ciddî bir tehdit oluşturduğu bir devrede, adem-i merkeziyet ve özel teşebbüs, Ahmet Rıza'ya ve Jön Türklerin önemli bir çoğunluğuna, tehlikeli bir formül olarak göründü ve onları gittikçe dozu artan milliyetçi ve merkeziyetçi bir anlayışa doğru sürükledi. Böylece 1899–1906 yılları arasında Jön Türk Hareketi, biri Ahmet Rıza önderliğinde milliyetçi ve merkeziyetçi kanat, diğeri Prens Sabahattin liderliğinde liberal kanat olmak üzere ikiye bölündü. 

Şiddet Eğilimleri ve Orduda Darbeci Yapılanma (1906) 
Prens Sabahattin önce "İngiliz desteğiyle darbe yapmayı gaye edinen" Osmanlı Hürriyetperverân Cemiyeti'ni, daha sonra 1906'da, Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti'ni kurdu. Avrupa ve imparatorluğun birçok şehrinde teşkilâtlanmaya çalıştı. Fakat darbe teşebbüsleri her defasında başarısızlıkla sonuçlandı. 

Bu arada 1904–1905 Rus-Japon Savaşı'nda, doğulu fakat meşrutî bir idareye sahip Japonya, Batılı fakat istibdatla yönetilen Rusya'yı yenmiş, bu mağlubiyet Rusya'ya 1905'te meşrutî bir rejim getirmişti. 1907'de geri kalmış İran'da bile, Meşrutiyet ilân edilip meclis açılmıştı. Bu iki önemli hâdise, Jön Türk hareketine ilhâm ve cesaret kaynağı oldu. 

Ayrıca 1906'da iki aksiyon adamı Jön Türk'ün (Bahattin Şakir ve Dr. Nazım) Paris'e gelişleri de, harekete güç katmıştı. Jön Türkler, Bahattin Şakir'in Makedonya'daki Yunan komiteleri, Makedonya-Edirne Dahilî İhtilal Cemiyeti ve Daşnaktsutyun Cemiyeti programları üzerindeki incelemeleri sonunda 1906 yılı başında, Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti adıyla yeniden teşkilâtlanmıştı. Cemiyet'in ilk merkez heyeti, Mehmet Ali Halim Paşa, Ahmet Rıza, Bahattin Şakir, Dr. Nazım ve Sami Paşazâde Sezâî beylerden meydana geliyordu. Cemiyet Avrupa'da ve imparatorluğun her köşesinde sağlam bir teşkilât kurdu. 1906'daki en önemli gelişme ise, Osmanlı ordusunda ilk defa, "kıta hizmetindeki subaylar arasında devrimci hücrelerin kuruluşu" (Lewis, 1991:202) idi. 

1907'de, 2. Abdülhamid'e karşı bütün muhalefeti birleştirmek için, Ermeni Taşnak Cemiyeti'nin teşvikiyle Paris'te yeni bir kongre toplandı. Kongrede teorik ve ideolojik ayrılıklar bir tarafa bırakılarak, âcil bir faaliyet programı üzerinde geniş ölçüde fikir birliğine varıldı. (Lewis,1991:203–204) Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti bile, şiddet yöntemlerinin kullanılmasını kabul etti. (Zürcher, 2004:134) 

Asıl tehlikeli muhalefet hareketi ise, Makedonya'daki genç subaylar ve memurlar arasında gelişiyordu. Bu genç subay ve memurlar, Bursalı Mehmet Tahir, Mustafa Rahmi, Kâzım Nâmi, Ömer Naci, Hakkı Baha (Pars), İsmail Canbolat, Mithat Şükrü, Talat Bey liderliğinde, Eylül 1906'da Selânik'te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'ni kurdular. Bu isimlerin en meşhurlarından Bursalı Mehmet Tahir, Selânik Askerî Rüştiyesi'nin müdürüydü. İleride imparatorluğun başbakanlık makamına oturacak Talat Bey ise, Selânik Posta ve Telgraf Müdürlüğü'nün Tahrirat Kalemi Başkâtibi idi. "Onun örgütlenme dehası sayesinde, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti Makedonya'da hızla yayılmıştı. Çok önemli bir gelişme de, 3. Ordu (Makedonya) ve 2. Ordu'dan (Edirne) subayların Cemiyet'e katılmalarıydı. Bunda 3. Ordu'nun kurmay subaylarından Binbaşı Enver başrol oynamıştı." (Zürcher, 2004:135) 

Selânik gurubu, 1907'de Avrupa'daki muhaliflerle temasa geçmiş ve Ahmet Rıza'nın düşüncelerini, Prens Sabahattin'inkilere göre daha uygun bulduklarından, 27 Eylül 1907'de Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti'yle birleşmiş ve bu cemiyetin adını aynen benimsemişti. 

Bu birleşme Cemiyet'in darbeci yönünü daha da kuvvetlendirdi ve Cemiyet, hızla genç subaylar arasında örgütlenmeye başladı. Cemiyet'in dâhili nizâmnâmesine göre, fedai şubeleri kuruldu. Bu nizâmnâme "bir şahsın vücudu, vatanı veya Cemiyet'i tehlikeye sokması" durumunda, Cemiyet'in yetkili organlarına, bu şahsı mahkum etme ve cezalandırma yetkisi veriyordu. (Hanioğlu, 2001:480)

Darbeci Anlayış ve Destekçileri 
Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti, "Makedonya'yı faaliyet merkezi hâline getirince, bu bölgedeki çeşitli unsurlara mensup komite, cemiyet ve çetelerle temasa geçti ve bunların bir bölümüyle anlaşma zemini bulurken, diğerlerini de gerçekleştireceği ihtilâl sırasında eylemlerini durdurmaları ve düvel-i muazzama temsilcilerine şikâyette bulunmamaları konusunda uyardı." (Hanioğlu,2001:480) Vurucu güç olarak fedai teşkilâtları kuvvetlendirildi. Terakki ve İttihat Cemiyeti Jandarma Teşkilâtı adlı ayrı bir kuvvet oluşturuldu. Sivillerden meydana gelen şehir hücreleri kuruldu. 

Nisan 1908 tarihine gelindiğinde Cemiyet, Edirne, Draç, İşkodra, Manastır, Selânik, Üsküp, Tiran, Yanya, Ohri, Serez, Tikveş başta olmak üzere bütün Rumeli'de teşkilâtlanmıştı. Dr. Nazım ve Bursalı Mehmet Tahir'in idaresindeki İzmir teşkilâtı, Makedonya'da bir karışıklık olduğunda bölgeye gönderilecek Aydın vilâyeti Redif taburlarının subaylarını, Cemiyet'e üye kaydetti. Cemiyet ayrıca, İtalyan ve Fransız mason localarından büyük destek aldı. (Hanioğlu, 2001:480) 

Açıkça görüldüğü gibi, Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti üyesi Jön Türkler, 2. Abdülhamid'i devirmek, Meşrutiyeti ilân edip "vatanı kurtarmak için", devletin iç ve dış düşmanlarıyla hiç tereddüt etmeden anlaşma ve uzlaşma yoluna gitmişlerdi. Onlara göre bütün kötülüklerin kaynağı, 2. Abdülhamid idaresiydi. Eğer sultan tahttan indirilip, Meşrutiyet ilân edilip meclis açılırsa, her şey kendiliğinden düzelecekti. Onlar bu sihirli formüle, büyük bir samimiyetle inanıyorlardı. Çünkü Jön Türklerin "siyasal fikirleri sade ve ilkel idi: Hürriyet ve vatan, Meşrutiyet ve millet." (Lewis,1991:203) Uzun zaman fikirsizlikten kendileri de şikâyet eden "Jön Türklerin hiçbiri, derin bir teori, özgün bir siyasi formül veya zihinleri devamlı olarak uğraştırmış bir ideoloji ortaya koymamıştır." (Mardin,1989:24) Fakat ne yazık ki koskoca imparatorluk, 20. yüzyılın başında, fikirsizlik içinde bocalayan, sihirli formüllere içtenlikle inanan ve ülkeyi yönetmek için gerekli bilgi, tecrübe ve kabiliyetten yoksun, bu maceraperest Genç Türklerin iktidarına doğru hızlı bir şekilde sürükleniyordu. 

2. Meşrutiyet'e Giden Günler ve Meşrutiyet'in İlânı (23 Temmuz 1908) 
Nihayet 13 Mayıs 1908'de, Cemiyet harekete geçti. Cemiyet, padişaha, bakanlara ve Harbiye Nazırı'na ayrı ayrı ihtarnameler göndererek, Makedonya'daki Rus ve İngiliz emellerine karşı konulmaması hâlinde, ihtilâl yapılacağı tehdidinde bulundu. Cemiyet, padişahı ve hükümeti, "vatanın birliği ve bütünlüğünün tehlikeye girmesi karşısında" kayıtsız kalmakla suçluyordu. 9–12 Haziran 1908'de, İngiliz kıralı VII. Edward ve Rus çarı II. Nikola'nın, Rus liman şehri Reval'de, Almanya'ya karşı alınacak tedbirleri görüşmek üzere buluşması, İttihatçılar tarafından Osmanlı devletinin paylaşma plânlarının yapıldığı bir toplantı olarak sunuldu. Bu hâdisenin meydana getirdiği heyecanla, Cemiyet harekete geçme konusunda hızlandı. 11 Haziran 1908'de Cemiyet fedaîleri, Selânik Merkez Komutanı Albay Ömer Nazım'ın yaralanmasıyla başlayan bir dizi suikast gerçekleştirdi. Bütün Rumeli kaynıyordu. İstanbul'a tehlikeyi haber veren raporlar gelmeye başladı. Yapılan araştırma ve soruşturmalar, genç bir subayı, Binbaşı Enver'i işaret ediyordu. Bu genç subay, "durumu açıklamak ve terfi almak" için İstanbul'a çağrıldı. Fakat artık çok geçti. Binbaşı Enver Bey, hesap vermek için İstanbul'a gitmek yerine, Cemiyet'in emriyle Tikveş dağlarına çıktı. Bunu 3 Temmuz 1908'de bir başka genç subay Kolağası (kıdemli yüzbaşı) Ahmet Niyazi Efendi'nin başında bulunduğu Resne Millî Taburu'yla dağa çıkması takip etti. Artık ok yaydan çıkmış, ihtilâl başlamıştı. Saray, bir yandan Anadolu'dan bölgeye, hükümete bağlı olduğunu sandığı Redif Taburlarını gönderiyor, diğer yandan ise daha önce Arnavut isyanlarının bastırılmasında başarılı olan Şemsi Paşa'ya, âsilere karşı harekete geçmesi emrini veriyordu. Fakat 7 Temmuz 1908'de Şemsi Paşa, Manastır Telgraf Merkezi'nden çıkarken, güpegündüz emrindeki bir teğmen tarafında vuruluyor ve katil kılına bile dokunulmadan, sakince uzaklaşıyordu. (Lewis,1991:206) Şemsi Paşa'nın yerine Manastır'a gönderilen Müşir Osman Fevzi Paşa, 22 Temmuz 1908 gecesi, İttihatçı Resne Millî Taburu, Manastır Çetesi ve Arnavut çetelerinden oluşan 2.300 kişilik bir kuvvet tarafından, ele geçirilen Manastır'da, konağından alınarak dağa kaldırıldı. Manastır'a giden telgraf hatları kesildi. (Öztuna, 1978:215; Hanioğlu, 2001:481)

Ayaklanma artık hızla, Makedonya'daki 3. Ordu birlikleri arasında yayılıyor, Edirne'deki 2. Ordu'ya da sirayet etmeye başlıyordu. 14 Temmuz 1908'den itibaren Anadolu'dan, Selânik limanına çıkmaya başlayan Redif Taburları ise, âsilere karşı harekete geçmek bir yana, onlara katılıyordu. Bu durum karşısında saraydan gelen, nişan, terfi ve gecikmiş maaşların ödeme emri yağmuru, muhalif subaylardan hiçbir karşılık görmedi, âsileri bastırmakla görevli paşalara, bizzat kendi emri altındaki genç subaylar ateş ediyordu. (Lewis,1991:206) Orduda emir-komuta zinciri bozulmuştu. 

21 Temmuz 1908'de Cemiyet, bütün şubelerine, ihtilâlin başarıya ulaşması için elden gelen bütün gayretin gösterilmesini, 23 Temmuz'a kadar sonuç alınmaması, saray ve hükümetin direnmesi hâlinde, askerî birlikler ve gönüllülerden oluşacak bir ordunun 26 Temmuz'da İstanbul'a yürümesini emretti. Bu arada Cemiyet, Arnavut çeteleri ve Bektaşi liderleriyle görüşerek, bazı Arnavut silâhlı grup ve çetelerin harekete katılmasını sağladı.(Hanioğlu,2001:481)

Rumeli'nin çeşitli merkezlerinden, Yıldız Sarayı'na tehdit telgrafları yağıyor, padişahtan Meşrutiyet'i ilân etmesi, aksi taktirde veliahdın Rumeli'de padişah ilan edilip, yüz bin kişilik bir orduyla İstanbul'a yürüneceği, zorla tahttan indirileceği bildiriliyordu. (Lewis,1991:206-207) 23 Temmuz 1908'de Cemiyet'in asker ve sivil liderleri, Makedonya'da hürriyeti ilân ettiler. Olanlar karşısında çaresiz kalan I2. Abdülhamid, aynı gün Kanun-ı Esasi'yi (Anayasa'yı)yürürlüğe sokuyor, meşrutiyet ikinci defa ilan ediliyordu. 

ERMENİ TEHCİRİ KONUSUNDA ORTAYA ÇIKAN TALAT PAŞA'NIN EVRAKI METRUKİYESİ

İşte Talat Paşa'nın ilk kez tümüyle yayımlanan özel belgelerinde Ermeni tehciri
Talat Paşa'nın ilk kez tümüyle yayımlanan özel belgelerinde tehcir (zorunlu göç) öncesi ile sonrası Ermeni nüfusu farkı 972 bin. Murat Bardakçı 'Bunlara Osmanlı topraklarını terk edenler de dahil, hepsinin öldüğü söylenemez' dedi.
Gazeteci Murat Bardakçı, 'Talat Paşa'nın Evrak-ı Metrûkesi' adlı yeni kitabında, 1915'te yaşanan tehcir olayıyla ilgili olarak dönemin Dahiliye Nazırı olan Talat Paşa'nın tehcir öncesi ve sonrası Ermeni nüfusundaki değişiklikleri içeren özel belgelerini ilk kez tümüyle açıkladı. Belgelere göre, 30 büyük yerleşim yerinde tehcir öncesi ve sonrası Ermeni nüfusu arasındaki fark 972 bin 246.
Tehciri, '1.5 milyon Ermeninin öldürüldüğü soykırım' olarak değerlendirenlerin bulunduğunu hatırlatan Bardakçı, 972 bin 246 sayısının bu kadar kişinin hayatını kaybettiği anlamına gelmeyeceğini, farklı sebeplerden ölenlerin ve Osmanlı topraklarını terk ederek başka ülkelere göç edenlerin de bu sayıya dahil olduğunu vurguladı.
Ayrıntılı olarak not tutmuş
Everest Yayınları'ndan çıkan kitapta Bardakçı, 1915 olaylarına dair, Talat Paşa'nın özel arşivinden çıkan belgelere yer veriyor. Tehcirin yaşandığı dönemde Dahiliye Nazırı olan, daha sonra sadrazamlık görevi de üstlenen Talat Paşa, özel notlarında Osmanlı'nın önemli şehirlerindeki Ermeni nüfusundaki hareketliliği bütün detaylarıyla anlatıyor. 
Talat Paşa'nın belgesinde, 1914'teki (hicri 1330) nüfus kaydı ve tehcir sonrası nüfus karşılaştırılıyor. Belgeye göre, Ermeni nüfusu 1914'te 1 milyon 256 bin 403. Tehcir uygulanan yerler ve İstanbul'daki Ermeni nüfusun toplamı 1 milyon 112 bin 614. Tehcir sonrasında ise bu sayı 284 bin 157 olarak görülüyor.
Doğu'da nüfus sıfıra inmiş

Belgeye göre, Ermeni isyanlarının olduğu Doğu illerinde tehcir sonrası hiç Ermeni kalmadığı görülüyor. 125 bin 657 Ermeninin olduğu Erzurum'da, 114 bin 704 Ermeninin bulunduğu Bitlis'te, 67 bin 792 Ermeninin olduğu Van'da, 56 bin 166 Ermeninin bulunduğu Diyarbakır'da ve 70 bin 60 Ermeninin bulunduğu Elaziz'de (Elazığ) tehcir sonrası nüfus sıfıra inmiş. 37 bin 549 Ermeninin olduğu Trabzon'da da durum farklı değil.
Tehcir sonrası Ermeni nüfusunda en büyük düşüşün yaşandığı vilayetlerden biri de Sivas. Belgeye göre, tehcir öncesi bölgedeki Ermeni sayısı 141 bin iken, tehcir sonrası nüfus 8 bin 97'ye düştü. Sivas'a tehcir sırasında 948 Ermeni göç etti. İzmit'te ise nüfus 56 bin 115'ten 3 bin 880'e indi. İzmit'e bu sırada göç eden Ermeni sayısı ise 142.
Yine Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Adana'da nüfus 51 bin 723'ten 12 bin 263'e düştü. Kayseri'deki 47 bin 974 olan Ermeni nüfusu da 6 bin 650'ye indi. Kayseri'ye tehcir sırasında 111 Ermeni göç etti.
Talat Paşa'nın kayıtlarına göre, İstanbul'daki Ermeni nüfusu tehcirden hiç etkilenmedi. Tehcir Kanunu'nun uygulanmadığı birkaç vilayetten biri olan İstanbul'daki Ermeni nüfusu, tehcir öncesi ve sonrasında 80 bin olarak görülüyor. Ermeni nüfusundaki düşüşün en az yaşandığı Kütahya'da nüfus 4 bin 23'ten 3 bin 932'ye, İçel'de 350'den 252'ye iniyor. Bu şehirlere tehcir sırasında gelen Ermeniler nüfusu artırıyor. 
Ankara'da ise Ermeni nüfusu 44 bin 661'den 12 bin 766'ya düşüyor. Ayrıca 410 Ermeni başka yerleşim yerinden Ankara'ya göç ediyor.
'Ölü sayısı vermek imkânsız'
Gazeteci Murat Bardakçı, daha önce bazı bölümlerini yayımladığı belgelere tümüyle ilk kez bu kitapta yer verdiğini belirterek şunları söyledi:
"Bir kesim iddiayı 1915 yılında 1.5 milyon kişinin öldürüldüğüne kadar götürdü. Bu belgelerde görülen tehcir öncesi ve sonrasındaki nüfus sayıları arasında 972 bin 246 olarak görünen farkın tehcir sırasında bu kadar kişinin hayatını kaybettiği şeklinde yorumlanmaması gerekir. Zira bu sayıya çeşitli sebeplerden dolayı ölenlerin yanı sıra, Osmanlı topraklarını terk ederek başka memleketlere özellikle de Rusya'ya, Güney Amerika'ya ve Avrupa ülkelerine göç edenler de dahildir. Yorumun bu şekilde olmasını gerektiren önemli delillerden biri de tehcire tabi tutulan bazı kişilerin 1918 sonrasında dönmüş olmalarıdır. Dolayısıyla '1915 tehcirinde şu kadar Ermeni hayatını kaybetmiştir' şeklinde kesin bir hükmün verilmesi zor değil, imkânsızdır." 

TEŞKİLAT-I MAHSUSA VE BİLİNMEYENLER


Cumhuriyeti Teşkilat-ı Mahsusa kurdu


Enver Paşa'nın kurdurduğu ve zamanının en etkin gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa, Afrika içlerinden Orta Myaya, oradanfavaya kadar geniş İslam coğrafYasında istihbarat ve karşı istihbarat için çalıştı.

Osmanlı Devleti'nin yıkılmasıyla başarısızlığa uğrayan teşkilat asıl yararlılıklarını Milli Mücadele'nin örgütlenmesinde gösterdi


50'li yıllar... Türkiye'nin genel görüntüsü, Tek Parti Dönemi'ne nazaran daha bir güllük gülistanlık. Demokrat Parti'nin ülkeye getirdiği demokrasi ve özgürlük havası, devlet ile halk arasındaki gerilimi oldukça azaltmış. CHP döneminin Dışişleri Bakanı Hasan Saka'nın öncülüğünde başlayan Türk-Amerikan ilişkileri, "Marshall Yardımı" ile biraz daha rayına oturmuş gözüküyor. Gelişen ilişkilerin aslında, Amerika'nın işine yaradığıda su götürmez bir gerçek. Yüklü bir Osmanlı mirasına sahip Türkiye'de, Amerika'nın yararlanabileceği çok şey var.

Türkiye'nin yeniden yapılandığı bu yıllarda esrarengiz bir Amerikalı, Ford Foundation'ın da desteğiyle Washing ton-Ankara-İstanbul ve WashingtonMısır arasında mekik dokuyor, Türkiye ve Mısır'da eski bir gizli örgütün üyeleri ile sık sık görüşmeler yapıyordu. Yerli araştırmacılara kapalı tutulan bazı gizli kapılar, Türk-Amerikan ilişkilerinin yüzü suyu hürmetine, bu kişiye ardına kadar açılıyordu. Philip H. Stoddard adlı bu esrarengiz Amerikalı, bunca zah' mete Osmanlı'nın istihbarat örgütü ni. teliğindeki Teşkilat-ı Mahsusa hakkında ayrıntılı bilgi edinebilmek amacıyla katlanıyordu.

Trablusgarp Savaşı sonunda kurulan Teşkilat-ı Mahsusa'nın birçok görevlisi hayattaydı o yıllarda. Bunlardan en önemlisi hiç kuşkusuz Eşref Kuşçubaşı j. di. Aziz el Mısri, Zübeyde Şaplı, Ahmet Salih Harb, Hilmi Musallimi, Satvet Lütfi Tozan ve Hamza Osman Erkan gibi, her biri adeta "yaşayan tarih" niteliğindeki Teşkilat-ı Mahsusa üyeleriyle Türkiye ve Mısır'da defalarca biraraya gelen "Esrarengiz Amerikalı" Stoddard, hayatının hazinesini bulmuştu. Elde ettiği çok önemli bilgileri, 11 Mayıs 1963 tarihinde Princeton Ü niversitesi'nde doktora tezi olarak sundu. Çalışmada 1911-18 yılları arasında Osmanlıhükümetleri ile Araplar'ın münasebetleri inceleniyor, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki faaliyetleri araştırılıyordu. Stoddard'ın bu kapsamlı çalışması sonunda, örgüt ve faaliyetleri hakkındaki bütün bilgiler Amerika'nın eline geçmiş oldu.

CIA IÇİN BIR KAYNAK: TEŞKİLAT-I MAHSUSA

Teşkilat-ı Mahsusa gibi bir gizli örgüt, geniş ufuklu ve büyük devlet felsefesi ile düşünen Osmanlı devlet adamları için ne kadar önem taşıyorsa, tıpkı Osmanlı gibi "büyük oynayan" Amerika için de o denli önem taşıyordu. En azından, dünya hakimiyetinin pekiştirilmesi bakımından bir gizli örgütün dünya ölçeğinde nasıl çalışması gerektiğine dair önemli dersler veriyordu Teşkilat-ı Mahsusa.

Stoddard'ın Teşkilat-ı Mahsusa hakkında elde ettiği bilgiler CIA'nın ufkunu bir hayli genişletmiş ve işine oldukça yaramış olmalı. İşin ilginç yanı, Teşkilat-ı Mahsusa'nın birikiminden Türkiye'nin bir türlü yararlanamaması. Çünkü Misak-ı Milli sınırları içerisine sıkışıp kalmış "dar ufuklu" bir Türkiye, o beğenmediği Osmanlı kadar bile büyük düşünemiyor.

Stoddard'ın Teşkilat-ı Mahsusa hakkındaki çalışmaları 1963'te tamamlandı. Ama Türk kamuoyuna Teşkilat-ıMahsusa'yı tanımak Amerika'dan tam 30 yıl sonra, yani 1993 yılında nasib oldu. Çalışma 1993 yılında ARBA Yayınları'nın girişimleri sonucu Türkçe'ye çevrildi ve aynı adla yayınlandı: "TeşkilaH Mahsusa: İstanbul'un Doğusunda Bitmeyen Oyun". Kitabın bu tarihte piyasaya çıkmasının özel bir anlamı var

Mahir Kaynak'a göre. "Bu kitabın yayınlanması" diyor Kaynak, "AmerikaAvrupa güç dengesi arasında bir tercih yapmak noktasına gelmiş olan Türkiye'deki Alman lobisinin zayıflatılması amacına yönelik."

Bu arada Stoddard'ın sözkonusu çalışmasını yayınlayan ARBA Yayınları, önümüzdeki birkaç ay içinde, Teşkilat-ıMahsusa'nın en önde gelen ismi Eşref Kuşçubaşı'nın bugüne kadar hiçbir yerde yayınlanmamış hatıralarını Türkçe ve İngilizce olarak yayınlamayı düşünüyor. ARBA yetkilileri bu hatıratı, "dostumuz" Philip H. Stoddard'dan almış.

Teşkilat-ı Mahsusa, kimi çevrelerce "Kızıl Sultan" diye adlandırılan Sultan 2. Abdülhamid'in İslamcılık düşüncesini bütün dünyaya yayma isteğinin bir ürünü olarak tezahür etmiş kabul ediliyor. Yeri gelmişken söylemekte yarar var; bu gizli örgüt, Abdülhamid'i tahtından eden İttihat Terakki Partisi mensuplarınca kurulmuş.

İktidara gelinceye kadar oldukça liberal ve özgürlükçü bir siyasal tavır sergiliyor gözüken İttihat Terakki'nin ayakları, iktidarı zorla ele geçirdikten sonra suya değdi. Ülkenin içinde bulunduğu durumu ve dünya konjonktürünü daha yakından görme fırsatı bulan İttihatçılar, devletin kurtuluşunun Abdülhamid'in politikalarına dönmekle mümkün olacağını anladılar. Ama artık olan olmuş, atı alan Üsküdar'ı çoktan geçmişti.

İttihat Terakki'nin İslamcı ve Türkçü bir politika belirlemesi, Talat Paşa'nın 1910 yılında Selanik'te yapılan gizli bir toplantıda Müslümanlar'la gayri müslimlerin eşit olmadığını söylemesi ve Balkan Harbi sonunda gayri müslimlerin Osmanlı'dan ayrılmasıyla ba§lar. İttihatçılar, Abdülhamid'in ektiği Islamcılık tohumlarının biçilme vaktinin geldiğine inanıyorlardı artık. Abdülhamid, İslam dünyasım halifelik etrafında birleştirmek, ümmet şuuru ve İslam kardeşliğinin oluşmasını sağlamak amacındaydı. Ancak İttihat Terakki'nin darbesi sonucu iktidarı elinden ..alınan Abdülhamid'in bu düşüncesi, bir "ütopya"dan öteye geçmedi. Son yıllarda yayınladığı önemli araştırma kitapları ile dikkat çeken Orhan Koloğlu, bu faaliyetleri Panislamizm olarak değerlendirmenin yanlış olacağını belirtiyor. ÇünküAbdülhamid döneminde İttihad-ı İslam hareketi, fikri ve şahsi gayretlerin ötesine geçebiImiş değildi. Oysa bir hareketin "Pan" niteliğini kazanabilmesi için bir örgütünün ve siyasi hedefinin olması gerekiyor. Nitekim, Abdülhamid'in dünyanın dört bir yanına gönderdiği "misyoner" ruhI u kişilerin Osmanlı Devleti içinde öyle söylenildiği gibi bir teşkilatları yoktu. Bu kişiler padişaha bağlı olarak görev yapan gönüllü kimselerdi. İttihatçılara göre ise, emperyalistlere karşıciddi bir mücadele verebilmek, bütün İslam dünyasını harekete geçirmekle mümkündü. Bunu gerçekleştirmek için de bir örgüte ihtiyaçları vardı İttihatçıların. Ayrıca politikacıları güvenilir bulmayan Ittihatçı kurmaylara göre bu örgüt, gizli bir örgüt olmalıydı.

TEŞKİLAT-I MAHSUSA: İLK GIZLI ÖRGÜT

Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya bağlı olarak 1913 yılında kurulan Teşkilat-ı Mahsusa'nın daire başkanı, Süleyman Askeri Bey idi. Dr. Philip H. Stoddard'a göre 1916 yılında personel sayısı30 bin kişiye ulaşan örgüt ajanlarının büyük bir kısmı, uzmanlardan oluşmaktaydı. Örgütte doktorlar, mühendisler, gazeteciler, politikacılar ve subayların yanısıra, geçmişi oldukça karanlık ama sadakatlerinden kuşku duyulmayan gerilla savaşı uzmanları da yer alıyordu. Böylesine zengin bir "ajan kadrosu" na sahip olmasına rağmen Türkçe ve yabancı dillerde yayınlanaıf kitaplarda Teşkilat-ı Mahsusa'dan pek söze dilmemesi, sözedenlerin de yeterince bilgi vermemesi, Stoddard'a göre teşkilatın faaliyet alanı ve personel sayısını gizli tutmakla yükümlü olan Osmanlı devlet adamlarının bir taktik başarısıydı. Bu asrın ilk çeyreğinde faaliyet gösteren Teşkilat-ı Mahsusa, o yıllarda dünyanın en güçlü ve en etkin örgütlerinden biriydi. Ortadoğu ve Kuzey Afrika başta olmak üzere üç kıtada örgütlenen TeşkilaH Mahsusa ajanlarının pek azı örgüt mensubu olarak tanınıyordu. Resmi Ü. yelik listeleri bulunmamakla birlikte Kuşçubaşı Eşrefe göre böyle bir liste. nin yayınlanması, Ortadoğu'daki bir. çok devlet adamını rahatsız edecekti.

Casusluk ve karşı casusluk faaliyetleri tarih boyunca olagelmişti ama, doğrusu bunun Batılı anlamda müesseseleşmesi ilk olarak Teşkilat-ı Mahsusa ile gerçek. leşti. Abdülhamid dönemi de dahil, bun. dan önceki dönemlerdeki casusluk faali. yetleri padişahın şahsına bağlı olarak yapıldığı için, sağlıklı bir örgüt yapısı oluşturmak da pek mümkün değildi.

EYLEM STRATEJİSİ

ittifakları doğrultusunda Teşkilat-ı Mahsusa, Almanya ile hem finans, hem de teori-pratik eylem birliği içindeydi. Kafkasya, İran, Ortado ğu, Hindistan ve Afganistan bölgelerin de önceleri Almanlar'la birliktelik sağ lanmış, ancak daha sonraları başgösteren bazı sorunlar nedeniyle bu dayanıı ma çözülmeye başlamıştı. Almanim maddi gücü, Teşkilat-ı Mahsusa ise milis ajanları sayesinde bölge halkının desteğini sağlamışlardı. Genel planlarnı Enver Paşa'nın Alman Genelkurmay ile koordinasyonu sonucu gerçekleştirilmişti. Uygulama alanında ise Eşref Selicer'in başkanlığında Zübeyde Şaplı. Ahmet Salih Harb, Hilmi Musallimi, Hamza Osman Erkan gibi serdengeçtiler yer alıyordu.

Teşkilatın gayesi özetle, İslam dünya sını ve Müslüman Türkler'i bir bayrak altında toplamak, yani geniş imparatoluk coğrafyasında yerine göre Panislamizm, yerine göre de Pantürkizm yapmaktı. Ancak Ittihatçı kurmayların sanıldığı kadar ütopist olmadıklarını da söylemek gerek. Bu ideolojilere sahip olmalarına rağmen gerçekleşmeyecek bir rüyanın peşinde olduklarının da farkındaydılar. Herşeyden önce, genel konjonktür tümüyle aleyhteydi. Buna karşıonların Teşkilat-ı Mahsusa'dan bekledikleri şey, İslam ülkelerine saldıran Ruslar'a ve İngilizler'e karşı beşinci kol faaliyetlerini sürdürebilmekti.

Teşkilat-ı Mahsusa'nın faaliyetle.Birinci Dünya Savaşı'nda yoğunluk kazandı. Teşkilat, savaş boyunca savaş ilanını duyurmanın yanında; karşı casusluk, İngiliz istihbarat ve keşif kollarına karşı istihbarata karşı koyma harekatı da gerçekleştirdi. Bu arada teşkilatın askeri operasyonlar yaptığı da bilinen bir gerçek.

Örgütün ilk çalışma alanı Batı Trakya oldu. İlk başkan Süleyman Askeri'nin başında bulunduğu Teşkilat-ıMahsusa, özel bir tim ile, 1913 İstanbul Anlaşması sonucu Bulgarlar'a terk edilen Batı Trakya'da, Osmanlı Devleti'nden ayrı bağımsız bir Batı Trakya Türk Devleti de kurdu.

1914 yılının sıcak bir ağustos gününde, daha harp başlamadan Enver Paşa Rauf Orbay'ı İran, Afganistan, Hindistan sahasında ajitasyon ve anti İngiliz eylemler yapmakla görevlendirmişti. İstanbul Harbiye Nezareti Şark Şubesi Başkanı Ömer Fevzi Beyaracılığı ile yürütülen hazırlıklar sonucunda 20 kişilik asker kökenli özel tim, göreve başlamış tı. Ekipte bir ara Çerkes Ethem de görev almış, ancak bölge halkının kayıt s ızlı ğı ve Almanlar'ın ikilik çıkarması sebebiyle eylem takriben bir yıl sonra, Eylül 1915'te sona ermiş ve tim dağıımıştı.

Afrika'da Trablusgarb, Mısır, Çad, Habeşistan ve Sudan'a kadar ajanlar gönderilmişti. Meşhur Şeyh Ahmed El Sunusi'nin Trablusgarp'tan bir denizaltı ile İstanbul'a kaçırılması, teşkilatın bölgedeki en başarılı eylemi. Ayrıca Enver Paşa'nın Türkistan seferi ve Cemal Paşa'nın Afganistan'a geçirilmesi, en kötü zamanında bile örgütün hareket kabiliyetini göstermesi bakımından önem taşıyor. Bu arada Dünya Savaşı sırasında Nil Nehri üzerindeki su depolarını ve barajları havaya uçurmak, hatta nehrin Sudan ve Habeşistan'daki yataklarını değiştirmek gibi görevler üstlenen Teşkilat-ı Mahsusa'nın bu faaliyetlerine dair belgeler, yıllardır araştırmacılara kapalı tutulan Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi'nde saklanıyor. Bu arşivde araştırmacılardan sürekli gizlenen belge sayısının, gayri resmi rakamlara göre 30 bini bulduğunu yeri gelmişken hatırlatmakta fayda var.

ENTELEKTÜEL ENFORMATİK FAALİYETLER

Anadolu-İran-Hindistan çizgisinde mezhep ayrılıklarına karşı politika oluşturmak üzere özel bir çalışma başlatan Teşkilat-ı Mahsusa, bir taraftan da emekli yüzbaşı Baha Said Bey'in idaresinde sosyolojik araştırmalar yapıyordu. Ayrıca Hindistan'a Sünni imamlar gönderilmek suretiyle, Kara Vasıf'ın başkanlığında İslam İhtilal Komitesi 0luşturulmuştu. Baha Said, Rusça dahil beş yabancı dil bilen ve birikimi hayli fazla bir entelektüel olarak önemli görevler üstlenen bir Teşkilat-ı Mahsusa mensubu olarak bilinir.

Hicaz şeyhlerinin çocuklarının özel olarak eğitilmek üzere Galatasaray Lisesi'ne getirilmesi ve bunun yanısıra Mısır'dan bir grup din adamının Muğla'da bir çiftlikte misafir edilmeleri de teşkilatın faaliyetleri arasında yer alıyordu.

İttihat Terakki bir yandan Teşkilat-ı Mahsusa gibi faaliyet alanı alabildiğine geniş bir istihbarat örgütü kurarken, öte yandan İslam dünyasında İttihat-ı İslam fikrinin oluşması için eğitim ve yayın faaliyetleri de yapmaktan geri kalmıyordu. Bugüne kadar yapılan araştırmalarda belge bulmak mümkün olmadığından, bu konudaki çalışmalar tarihçi ler tarafından atlanmıştı. Doç.Dr. Zekeriya Kurşun'un arşivde bulduğu el değmemiş belgeler sayesinde İttihatçılar' ın, Teşkilat-ı Mahsusa'ya paralel bii sivil örgüt kurduğu belirlendi. Cemiyet-i Hayriye-i İslamiye adıyla oluşturulan bu sivil cemiyet Medine'de bir İslam Üniversitesi kurmayı bile başarmıştı. Teşkilatın en önemli prensipleril1den biri de, sivil ve askeri örgütlerin birbiri ile koordineli bir şekilde çalışmalarını sağlamaktı.

FAALİYETLERİN SONUÇLARI

1911-1918 yılları arasında Orta Doğu-Orta Asya, Güney Asya, Kuzey ve Orta Afrika'da casusluk, karşı casusluk, propaganda ve çeşitli operasyonlar yapan Teşkilat-ı Mahsusa'nın faaliyet. leri, Osmanlı Devleti'nin yenilmesiyle resmen sona erdi. Teşkilat için çalışan pekçok Arap Osmanlı vatandaşı işgal al. tındaki kendi ülkelerine dağıldılar.

Bütün bu gelişmelerden sonra faali. yetler, örgüte bağlı kalmaksızın, bir şekilde devam etti.

Türk-Arap ilişkileri üzerine önemli çalışmalar yapan Doç. Dr. Zekeriya Kurşun'un araştırmaları sonucunda vardığı neticeye göre, Kuzey Afrika'da. ki bağımsızlık mücadelelerinde Teşki. laH Mahsusa'nın bir hayli etkili olduğu görülüyor. Mesela Şekip Arslan Kuzey Afrika'damilli mücadele fikrini yarken Satıq El Husri, Arap Birliği'nı fikir babalığını yapıyordu ve bu kimsele: rin teşkilat ile ilişkileri vardı.

Teşkilat-ı Mahsusa batmakta olan bir devletin askeri istihbarat örgütü niteliğini taşıyordu. Bu niteliğinden dolayı da parlak başarılar elde etmesi nerdeyse imk!nsızdı. Orhan Koloğlu devletin içinde bulunduğu sosyo ekonomik durumun örgütü iflasa sürüklediğini söylerken, Dr. Haluk Dursun bu çöküşü teşki. latın rakiplerinin gücüne ve dünyanın en iyileri olmasına bağlıyor. Dursun "Teşkilat-ı Mahsusa amatör bir ruhla ve çok geniş bir coğrafyada yüksek performansı ile faaliyet göstermiştir. Devlet tecrübesi ve felsefesinden doğmuş bir strateji yerine pratik eylem ve militanlık ruhundan kaynaklanan bir hareketti Teşkilat-ı Mahsusa. En büyük handikap ve dezavantajları ise karşılarında rakip olarak bu konuda dünyanın en iyN İngiliz Entelijans servisi ve ET. Lawren ce' in bulunmasıydı" diyor. Ancak Zekeriya Kurşun teşkilatın karşı casusluk faaliyetlerinde küçümsenmeyecek başarılar elde ettiğini, Şerif Hüseyin isyanının diğer Arap bölgelerine yayılmasının, teşkilatın çalışmaları sayesinde önlendiğini ve Arabistan'da İbn Reşid, Yemen'de ise İmam Yahya'nın savaşın sonuna kadar Osmanlı Devleti'ne bağlı kaldığını hatırlatıyor.

MİLLİ MÜCADELE VE TEŞKİLAT-I MAHSUSA

Bütün olumsuzluklara rağmen Mütareke Devri İstanbul'unda ve Anadolu'sunda Teşkilat-ı Mahsusa'nın faaliyetleri durmak bilmedi. Zamana ve zemine çok çabuk adapte olup faaliyete geçebilen bu örgüt mensupları İstanbul'da Milli Kongre olarak bilinen cemiyeti de oluşturdular. Tarihçi Dr. Haluk Dursun "Mütareke Devri İstanbul'unda Milli Kongre çatısı altında birleşen ve milli direnişi destekleyen eski Teşkilat-ı Mahsusacı; bilim, fikir adamları, sanatçılar, doktorlar, gazeteciler yani imparatorluk entelektüelleri özellikle yabancı dilde gazete, kitap çıkararak milli tezleri dünya kamuoyunda savunmuşlardır. Ayrıca o şartlarda Cenevre, Paris, Budapeşte, Londra gibi merkezlerde kitap, gazete yayınlamak imparatorluk kadrosunun vizyon ve misyon bakımından seviyesini gösterir" diyor.

1918'de resmen sona eren Teşkilat~ahsusa faaliyetleri devam eder. Kara Kemal, Kara Vasıf, Baha Said öncülüğünde Karakol Cemiyeti kurulmuş ve Milli Mücadele'nin temeli atılmıştı. Bunlar hem Anadolu'ya silah ve asker geçirilmesini sağlamışlar hem de Mustafa Kemal'in faaliyet ve kongre nide bunlar oluşturdu. Adeta Enver Paşa'nın kurup harekete geçirdiği Teşkilat-ı Mahsusa'dan asıl Mustafa Kemal ürün aldı. Yrd. Doç. Dr. Süleyman Beyoğlu, Milli Mücadele'yi Teşkilat-ıMahsusa'nın teşkilatlandırdığını bütün gizli örgütlerin bu teşkilatta çalışarak tecrübe kazanmış kişilerce kurulduğunu belirterek "İnsan ve silah kaçırmaktan propaganda ve casusluk hizmetlerine kadar ciddi hizmetler yaptılar. Mustafa Kemal bu örgütlerin farkındaydı" diyor. Mustafa Kemal bir süre beraber çalışmayı uygun gördüğü bu etkin gizli teşkilatlarla daha sonra hesaplaşma yoluna gitti. Bu çatışma tarihçilere göre kaçınılmazdı.

Philip H. Stoddard'ın Eşref Kuşçubaşı'ndan aldığı teşkilat listesinde de görüldüğü gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal'in de teşkalatla ilişkisi olmuştu. Mustafa Kemal teşkilatla ilişkisi Trablusgarp Savaşı'nda mahalli milisleri örgütlemekle başlamıştı. Mustafa Kemal daha sonra Enver Paşa ile olan ihtilafı nedeniyle teşkilata biraz mesafeli durmayı tercih ediyor. Orhan Koloğlu'nun belirttiğine göre de Enver Paşa Trablusgarp'ta Bedevi Araplar'la bir İslam imparatorluğu kurabileceğini raporlarına yazarken Mustafa Kemal dönemin genelkurmayına bedevilerle hiç bir iş yapılamayacağı na dair bir rapor gönderiyordu. O dönemde teşkilat henüz kurulmamasına rağmen fiili olarak görev yapıyordu.

Gerek İstiklal Savaşİ'nda gerekse cumhuriyet sonrasında önemli roller oynayan Rauf Orbay, İstiklal Mahkemeleri'ne başkanlık eden Ali Çetinkaya, Cumhuriyet döneminin önemli isimlerinden Ali Fethi Okyar, T.C'ye bakanlık ve başbakanlık yapan Dr. Refik Saydam, Atatürk'ün yaveri piyade subayı Rasuhi, THK Başkanlığı yapan Fuat Bulca, İstiklal Marşı'nın yazarı ve Kurtuluş Savaşı'nın manevi dinamiklerinden Mehmet Akif Ersoy da teşkilatta çalışmıştı. 

Doç. Dr. Zekeriya KURŞUN: Teşkilat-ı Mahsusa K.Afrika'da istiklal fikrini yaydı

İttihat Terakki 2. Meşrutiyeti ilan ettirdikten sonra imparatorlukta , sahte kaynaşma' yaşandı. Ama hemen ardından 1909'da imparatorlukta yaşayan muhtelif unsurlarda 'milli hedefler' ortaya çıktı. Balkan Harbi sonrasında artık İttihatçıların politikası Osmanlıcılıktan İslamcılığa kaydı. Tenkit ettikleri Abdülhamit politikalarını ülke ve dünya şartları onlara adeta dikte ettirdi. Emperyalistlere karşı bütün Müslümanları harekete geçirmek için sivil örgütler kuruluyor. Bunlardan birisi Cemiyet-i Hayriye-i İslamiye kuruluyor amacı da eğitimi yaygınlaştırarak Müslümanlar arasındaki dayanışmayı artırmak olarak tesbit ediliyor. Bu gaye ile Medine'de bir İslam Üniversitesi kuruluyor. Bununla Abdülhamit'in Hicaz Demiryolu Projesi ile oluşturmak istediği İttihat-ı İslam fikrini, İslami dayanışmayı tesis etmeye çalışıyorlardı. Fikri altyapı oluşturulurken ittihatçılar istihbarat ihtiyacıiçin Emniyet-i Umumiye içinde Heyet-i Istihbariye teşkil ediliyor. Devlet bünyesindeki şubelerle bilgi toplanıyor. Trablusgarp Savaşı'ndan sonra Teşkilat-ı Mahsusa kuruluyor ve hem bilgiyi değerlendirme hem de gerektiğinde askeri operasyon yapıyor.

Arşivde bulduğu m bir belge teşkilatın çalışması hakkında fikir vermektedir; Osmanlı askeri Katar' dan çekilirken Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi Ömer Fevzi Bey, Enver Paşa'ya yazdığı mektupta "Anlaşma üzerine askerlerimizi çekiyoruz; ama halkın durumu müsait. Libya'daki gibi milisleri organize ederek mi çıkalım?" diye soruyordu.

Osmanlı sonrasında Kuzey Afrika'da verilen bağımsızlık mücadelesinde Teşkilat-ı Mahsusa'nın etkisi vardır. Mesela Şekip Arslan Kuzey Afrika'da milli mücadele fikrini yaymı§tır, Sati' 'El Husri Arap Birliği fikrinin babasıdır ve teşkilattandı. Gerek manda yönetimi altında gerekse bağımsızlığını kazandıktan sonra Arap devletlerinin yoneticileri Osmanlı okullarından mezun idiler ve Teşkilat-ı Mahsusa ile alakaları olabilir. Bunları mahalli arşivlerin tetkiki ile anlayabileceğiz.

Doğu ve Kuzey Mrika Bedeviler arasında yapılan sözlü tarih araştırmalarında hala, İngiliz istihbarat örgütleri ve keşif kollarına karşı, istihbarata karşı koyma harekatı gerçekleştiren başta Eşref Kuşçubaşı ve Teşkilat-ı Mahsusa örgütünün kahramanlıklarının anlatıldığı tesbit edilmiştir."

Teşkilat -I Mahsusa-nın vazife telakkisi

EşrefKuşçubaşı anlatıyor, "İçimizde kimsenin kaybedecek birşeyi yok. Davamızın haklıolduğuna ve çalışmalarımızın mühim olduğuna inanmıştık. Sonunda kazanamayacak oluşumuzu gözardı etmeye meyyaldik. Hiç değilse, harbin sonunda etrafımızdaki dünya çökmeden, ufak tefek bir kaç zafer kazanabilirdik. Durmadan çalıştım... Bu işe gönül vermiştim, mantık ne derse desin.. hiçbir zaman filozof yahut siyasetçi olmadım ve bu işten iyi dostlar, yara izleri ve kalça Çlkığı, birkaç madalya ve memleketim için çok iyi döğüştüğümü bilmenin verdiği tatmin dışında hiçbir şeyelde etmedim."

Ergün HİçYILMAZ: İslam dünyasının desteklediği örgüttü

Teşkiıat-ı Mahsusa İslam inancı ile Hıristiyanlar'a karşı kurulmuş hemen bütün Müslüman dünyasının desteğini almış gizli, militer ve aynı zamanda sivil bir örgüttü. Faaliyetleri Osmanlı coğrafyasından başka Hindistan, Java, Ortaasya'ya kadar uzanıyordu. Teşkilatın kurucusu Süleyman Askeri. Mensuplarının hepsi gerilla ruhuna sahip kişilerdi. Örgüt vatanseverlik temeline dayanıyordu.

Teşkilat, sabotaj, mühimmat nakliyatı gibi sahalarda başarılı olurken karşı casuslukta o kadar muvaffak olamadı. Ama kendi istihbaratını devlet dışında kurmuş olabilir, bunu bilmiyoruz. Teşkilat bütünüyle devlet dışında kurulsa idi daha başarılı olurdu. Özerk değildi, Enver Paşa'dan ve onun adamı diğer İttihatçı subaylardan emir alıyorlardı. İttihat Terakki'nin yanlışları Teşkilat-ı Mahsusa'ya da yansıdı.

İttihatçılar şunu göremediler, 1914'te Avrupa karşı cephelere ayrılmış olsa da mücadele Osmanlıtoprağı içindi. Savaşı kazansaydık ne olacaktı; Almanlar kazanmış olacaktı. Hicaz Demiryolu'nun sabote edilmesiyle İstanbul'un Mekke ve Medine ile ilişkisini kesrnek ve Halifeliği Osmanlı dışına çıkarmayıplanlıyorlardı.

Bu konudaki araştırmalar Teşkilat-ı Mahsusa'nın 15 kişisi etrafında döndürülüyor. Halbuki hiçbir şeyden habersiz, sayısı belirsiz ve sadece hizmet gayesi ile çalışan 'nefer' kadrosu vardı. Eşref Sencer'i de bazıkimseler tek adam gibi gösteriyor. S üleyman Askeri silinmek isteniyor. Bu tavır OsmanlıTürk askerine takınılan tavırdır.

Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarının ellerinden büyük paralar geçmiştir. Ama, para yediklerine dair bir belge görmedim.

MİT konusunda da biz sadece onun içe dönük yönüyle uğraşıyoruz, dışa dönük faaliyetlerini bilmiyoruz. Bizim gizli örgütüm üz neden CIA, Intellegent Servis gibi onurlu olmasın. Tabii bu yapılanları duyurmakla ilgilidir. Yapılanların karanlıkta bırakılması, karanlık işlere de zemin hazırlıyor.

Teşkilattaki ünlüler

Enver Paşa, Binbaşı Süleyman Askeri, Eşref Kuşçubaşı, Rauf Orbay, Çerkes Ethem, Abdulaziz El Sinusi, Dr. Esat Işık Paşa, Hüsamettin Ertürk, Mehmet Akif Ersoy, Cezayirli Emir Ali, Myonlu Ali Çetinkaya, Ali Fethi Okyar, Binbaşı Mısırlı Aziz Ali Bey (sonradan Mısır ordusunda general), Nuri Kıllıgil (Enver'in kardeşi sonradan önemli sanayici), Binbaşı Fuat Bu1ca (sonradan THK Başkanı), Teğmen İslam Bey (Fuat Paşa'nın oğlu), Binbaşı Mustafa Kemal Bey (Atatürk), Yüzbaşı Manastırlı Nuri Conker (Osm. Mec1is-i Mebusan azası), Dr. Refik Saydam (sonradan bakan ve başbakan), Piyade Yüzba şı Çerkes Reşit (Çerkes Ethem'in ağabeyi), Teğmen Yakup Cemil (1916'da vatana ihanetten asıldı), Dr. Bahattin Şakir, Mithat Şükrü Bleda, Ohrili Eyüb Sabri, Fuat Balkan, Teymen Hilmi Musal1imi (1915 Süveyş Kanalı Harekatı'nda Kürt mücahitlerin komutanı, Said Halim Paşa'nın katibi), İsmail Canbulat (1926 İstiklal Mahkemesi'nde asıldı), piyade subayı Rasuhi (sonradan Atatürk'ün yaveri), Filibeli Hilmi Bey (İttihat Terakki Müfettişi, 1926'da asıldı), Şerif Burgiba (Habib Burgiba'nın babası), Arabistan'da İbn ür Reşid. (P.H.Stoddard'ın Eşref Kuşçubaşı'ndan dinleyip hazırladığı lişteden derlenmiştir.)