24 Nisan 2013 Çarşamba
OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA MATBAA TARTIŞMASI 2.
Bulunduğu tarihten bu yana, her geçen gün gittikçe gelişerek bugünkü haline gelmiş olan matbaacılığın tarihçesi çok eskiye dayanır. Matbaacılık hakiki ve en geniş manasıyla her ne kadar hareketli harflerin mucidi sayılan Gutenberg zamanında Avrupa’da başlamışsa da, esasında çok eskiye varan tarihi Orta Asya Türklerine kadar gitmektedir.
Matbaanın keşfedilerek inkişaf edebilmesi için bazı şartların mevcut olması gerekmektedir. Evvela harflerinin adedi çok az olan bir alfabe veya hece yazısının mevcudiyeti şarttır. Böylece, zannedildiği gibi, ideoğrafik bir yazı sistemini kullanan ve binlerce şekilleri içine alan Çin yazısının tab’ının ne kadar zorluklara sebep olduğu bir an düşünülürse matbaayı ilk defa Çinli’lerin bulduğundan şüphe etmek yerinde olur. Yapılan en son tarihi tetkikler Uygur Türkleri’nin XI. asırda matbaayı tanıdıklarını, Çinlilerin de bu tarzdan dolayısıyla malumatları olduğuna ve bu sistemi XI. asır ortasında oldukça ıslah ettiklerini ortaya koyar. 19. asrın son demlerinde Tung-Huang mevki’nin yakınında üstü duvarla örtülü bir mağarada bizim için çok ehemmiyetli olan bir kaç Uygur matbaa harfleri de ele geçmiştir. Yapılan araştırma ise matbaa harflerinin 1209 yılından çok daha öncesine ait olması gerektiğini netice vermiştir. Nitekim matbaanın tarihi ile uğraşan İngiliz bilgini Carter’a göre de yeryüzünde mevcut en eski matbaa harfleri Uygur dilinde olup Türkçedir.
Osmanlı Devleti matbaayı, Avrupa’ da kuruluşundan kısa bir süre sonra tanıma fırsatı elde ediyor. Esasen o günün devletleri arasında her yönüyle güçlü olan Osmanlı Devleti’nin, bu teknik aracın Avrupa’daki gelişmesinden habersiz kalması da zaten düşünülemezdi.
Şimdilik bilinen, İstanbul’un alınışı tarihinden sonra matbaacılığın, bu sanatla ilgilenen Museviler tarafından yurda getirilmiş olmasıdır. İlk matbaa ise Museviler tarafından Il. Bayezid zamanında açılmıştır. Padişahtan alınan müsaade fermanı ile kitaplar 1488’de basılmaya başlanmıştır. Hatta bu basılmış eserlerin kapağında “Sultan II. Bayezid Han’ın gölgesinde basılmıştır” ibaresinin olması, bazı kaynaklardaki, matbaaya Osmanlı padişahlarının cephe aldıklarına dair ileri sürülen fikirlerini çürütmektedir. Özellikle II. Bayezid’in “Kim matbaa ile uğraşırsa idam ederim” şeklindeki bir buyruğu olduğu ifade edilmektedir. Halbuki II. Bayezid zamanında 19, I. Selim zamanında ise 33 kitap basılmıştır. Fatih Sultan Mehmed’in de matbaacılıkla ilgilendiği belirtilmektedir. Tarihçi Mustafa Nuri Paşa’nın (Netayicü’lvuku’at’ta) ifadelerinde de IV. Murad zamanında bir matbaa için izin istenir ve izin alınır. Bundan da anlaşılacağı üzere kitap basma işine ve matbaanın kurulmasına ve gelişmesine Osmanlı Padişahlarının karşı değil bilakis yardımcı oldukları anlaşılmaktadır.
1726 yılında ise esaslı bir şekilde neticeye götüren bir faaliyet; İ.Müteferrika’nın matbaa kurulmasının cemiyete sağlayacağı bütün faydaları etraflıca açıklayan elle yazılmış küçük bir risale’ (Vesiatü’t-Tıbaa) nin elden ele dolaşmaya başladığıdır. Bunu devrin İsveç elçisi Çarleson’un 20 Temmuz 1775 tarihli el yazısı belgesinden anlıyoruz. Bu risale Sadrazam İbrahim Paşa’nın eline geçer. Kendisi böyle şeylere çok meraklı bir vezir olduğu için risaleyi zamanın hükümdarı Sultan III. Ahmed’e sunar. Padişah, bu risalenin kendisini çok memnun ettiğini beyan edip Şeyhülislam Abdullah Efendinin de bu mevzudaki görüşlerini belirtmesini emreder.
Basımevinin açılması için Şeyhülislamın fetva vermesi, Padişahın da ferman çıkarması gerekiyordu. Basımevi işi zaten Padişahın ve Şeyhülislamın desteklediği bir iş olduğu için, fetva da, ferman da kolayca çıktı. Bu ferman daha sonraları padişahın kendi el yazısıyla yazdığı bir hatt-ı şerif ile kesinlik kazanmıştır. Ülkemizde kitap basmanın dine aykırı olduğu iddiasıyla ulemanın matbaa açılmasına karşı geldiklerine dair yanlış bir iddia yayılmıştır. Gerçekte ise ulemadan böyle bir direnme geldiğini gösteren bir delil yoktur. Aksine Şeyhülislam Abdullah Efendi fetvayı hemen vermiş, ulemadan da 11 kişinin (veya 16 kişi - ki bunlar imparatorluğun kanunlarını en iyi bilenlerden) bütün mühim mevzularda olduğu gibi, bu mevzuda da fikirleri alınmıştır ve bunlar bu teşebbüs sahibini takdirle övmüşlerdir. Ayrıca ilk kitabın başına konan “Takriz” ler yazmışlardır. Bu takrizlerde de kitap basmanın dine aykırılığından hiç söz edilmemektedir.
Bunun üzerine İbrahim Müteferrika, kısa zamanda matbaayı kurar. Bu çalışmada kendisine 28. Çelebi Mehmet Sait Efendi maddi ve manevi yardım etmiştir. Matbaa açıldıktan sonra da Şeyhülislam Abdullah Efendi İbrahim Müteferrika’ya, basılmasını gerekli gördüğü 2 kitabı da tavsiye etmiştir.
Dikkati çeken bir husus da şudur ki; matbaanın tashih işlerine bakmak üzere ulemadan 3’ü kadı, biri mevlevi şeyhi olan 4 kişinin memur edilmesidir. Matbaa açıldıktan sonra da ulema ocağından bir karşı koyma gelmediği gibi kısa bir süre sonra, çıkan “Patrona ayaklanması” nda da matbaaya karşı bir istek ileri sürülmemiştir. Matbaayı kapatma gibi bir hadise de hiç bir yerde kaydedilmemiştir.
Bunun da ötesinde devlet ricalinden gerekli izin alınırken ayrıca devlet yardımı da sağlanmıştır. Yani devlet hem maddi hem de manevi olarak teşebbüsü desteklemiştir. Nasıl mı? İbrahim Müteferrika’nın yükü az olan bir işe tayin edilmesi, dolayısıyla esas çalışma gücünü matbaacılığa hasretmesinin temini, ayrıca matbaanın bastığı ilk eserin basımı süresince matbaada çalışan işçilere her gün muayyen bir ücret verilmesi, devletin bu işe maddi - manevi yardım elini uzattığını ortaya koyar.
İbrahim Müteferrika kimdir? Menşei ve müslüman oluşu hakkında söylenen şeyler doğru mudur? Bir kalvinist olarak yetiştikten sonra tevafuk ve zaruretlerin zoru altında Türklere Thölköly savaşında esir olmuş ve sırf kölelikten kurtulmak için mi Müslüman olmuştur? Tarih perspektifi içinde meseleyi inceleyecek olursak gerçeğin hiç de anlatıldığı gibi olmadığı açıkça ortaya çıkacaktır.
İbrahim, sadece bir Macar değil Transilvanyalı, yani Osmanlıların ifadesiyle Erdelli’dir. Asıl künyesi bilinmemektedir. Erdel 1559—1671 devresinde Türklerin hâkimiyeti altındayken dünyanın en çok dini fikir hürriyeti bulunan memleketlerinden biriydi. Burada din hürriyeti ve müsamaha rejimi sayesinde 16. yy.’ın II. yarısında ilmi ve dini münazaralar cereyan ediyordu. Hem de Türk paşasının reisliği ve hakemliği altında... Tartışmaların başlıca mevzularını ise İncil’de Teslis fikrinin olup olmadığı ve İsa’nın (s) Tanrı veya insan şahsiyeti olup olmadığı teşkil ediyordu. Yapılan araştırmalar bize İbrahim Müteferrika’nın bir kalvinist değil unitarian olduğunu ve unitarian okulunda okuduğunu ortaya koymuştur. Buna en büyük delil yukarıdaki Teslis doktrini aleyhindeki şiddetli hücumlarıdır. İbrahim Müteferrika’nın köle değil, esir bile olduğundan bizi ciddi şekilde şüpheye düşüren en kuvvetli delil ise, İbrahim Müteferrika’nın katıldığı iddia edilen “Thölköly Savaşı’nın gerçek mahiyetidir. “Silahtar Tarihi”nin bu mevzuda verdiği malumatta; Erdelli’leri kurtarmak gayesi güdüldüğü için bu kimselerin derhal serbest bırakıldığı ve hatta Miri’den kendilerine yardım yapıldığı hakikatinden yola çıkarsak İbrahim Müteferrika’nın esir alınıp İstanbul’a köle olarak götürülerek satıldığını kabul etmek bütün bütün zor olacaktır. Zaten İslamiyeti az çok tanıyan İbrahim’in, Habsburg’ların yönetimi altında yaşamaktansa Osmanlılığa geçerek müslüman olduğu apaçıktır. O’nun ilmi hayatına göz attığımızda ise O’nun gerçekten müsbet ilimlerde münazaralara katılabilecek bir olgunlukta olduğunu görürüz. Bunun yanında İbrahim Müteferrika’yı müşahedeleriyle Türk tekâmül tarihinin ilk öncü düşünürü olarak da kabul edebiliriz.
Bütün bunların yanında, günümüze kadar, matbaanın Türkiye’ye geç girmesi ile ilgili olarak çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. İleri sürülen bu görüşler birçok yönleri ile eksik kalmıştır.
Matbaanın Türkiye’ye geç girmesinin sebeplerinden birisi, bizzat İslam dininin kendisi olduğu, hâkim bir görüş olarak zaman zaman ileri sürülmüştür. Ancak bütün bu iddalar yersiz olup hiçbir ilmi değer taşımamaktadır. Zira İslam-Türk
Kültür ve Medeniyet tarihinin derinliklerine nüfuz ederek muhtelif devirlerdeki devrini yakınen tetkik edersek, İslamiyet’in, bilginin üstünlüğü hakkında veciz esaslar ortaya koyduğunu ve her zaman ilerlemeyi teşvik etmiş olduğunu görürüz. Bu dinin kendi Peygamberine (ASM) ulaştırdığı ilk emri “OKU.. !“ olması ve Peygamberleri’nin (ASM) mealen “Hem dünyayı hem ahireti dileyen ilme sarılsın.”, şeklindeki beyanları bunu açıkça ifade eder. İlme, müsbet dünya görüşüne ve ilerlemeye müstesna bir ehemmiyet vererek her halükarda cemiyetlerin, fertlerin fikri gelişmelerini teşvik etmiş olan İslamiyet’in matbaa teşebbüsünü dine aykırı bularak reddetmesi düşünülemez. Şu halde matbaanın açılması hadisesi din tartışmaları gibi bir hadise değildir. Aksine, iyi bir gelişme sayılan bir iş “Din tarafından engellendi” diyerek kasıtlı bir hüküm vermek kolay, fakat hiçbir zaman doğru olmayan hem de ilim ve tarihe aykırı bir tutumdur.
Osmanlı İmparatorluğunun, çeşitli müesseseleriyle çöküş devrine kadar, Batı’ya karşı siyasi, askeri, fikri ve iktisadi üstünlüklerini kabul ettirmiş olması, batıdan kendisi için müsbet manada da olsa faydalanmak ve hükümlerine boyun eğmek Osmanlı cemiyetine son derece ağır gelmiştir. Sadece matbaa değil, diğer müsbet medeniyet mahsüllerinin ve teknik keşiflerin benimsenmesine karşı olan bu yöndeki direnişin sebebi kendiliğinden açıklık kazanır. Yani bu bir kitle direnişi, bir milletin gururu ve yenilmezlik fikrinin bütün hücrelerine işleyişinin neticesidir.
Bu durumda muayyen bir nizama ve dünya görüşüne sahip o devir insanının, Hıristiyan âleminden gelen her çeşit hareketi, hoş karşılamayarak ona karşı çıkışını, o devrin şartları içinde tabii görmek icab edecektir.
Bir başka sebeb de; o devrin yaşama nizamında mühim bir yer tutan, kaynağını dini ve milli an’anelerden alan eski esnaf ve zanaat teşekküllerinin durumu olmuştur. eski cemiyet hayatımızda her çeşit esnaf ve zanaatkar, loncalara ayrılmıştı. Bu loncalara bağlı bulunan hattatlar ve müzehhibler, matbaanın Türkiye’ye sokulması teşebbüsü karşısında haklı olarak meslek ve geçimlerini kaybetmek, korkusuyla direnmişlerdir. Fakat matbaada “ulümu aliye’ye” ait kitapların basılmaması Kur’an, tefsir, hadis ve fıkıh ile ilgili eserlerin hattatlara bırakılması, hattatların geçimini sağlayacak geniş bir alanı bıraktığından, hattatlardan gelmesi beklenen karşı koyma büyük bir mesele durumuna düşmemiştir.
Bütün bunlardan ayrı olarak yazma kitap müslüman-Türk’ün benliğinin kudretini ortaya koymak ve O’nun zevkinin inceliğini, bütünlüğünü meydana çıkarmak bakımından da ayrı bir değer ölçüsüne sahiptir. Dolayısıyla bizde yazma kitaba karşı duyulan alaka ve rağbet çok fazladır. Ceddimiz, basma kitabın okunmasının daha kolay olduğunu kabul etmekle beraber, yazma kitabları en güzel basma eserlere uzun zaman tercih etmiştir. İşte bu gibi sebeplerden ötürü, matbaa önceleri hoş görülmemiş ve netice olarak da geç benimsenmiştir.
Ancak bu bizde olduğu gibi Avrupa’da da aynı tepkiyi görmüştür. Hatta öylesine ki, Jacob Burckhadt’ın “İtalya’da Rönesans Kültürü” adlı eserinde belirttiği gibi “... Eserin muhtevasına duyulan saygıyı mümkün olduğu kadar asaletli süslemelerle ifade etmek zihniyetinin hakim bulunduğu bir sırada birden bire ortaya çıkan basılmış kitaplara karşı, başlangıçta gösterilen çekingenlik ve mukavemeti tabii görmek lazımdır. Urbino hükümdarı Federigo, basılmış bir kitap sahibi olmaktan utanç duyardı.” demektedir.
Bunun yanında, Osmanlı Devleti’ ne matbaanın ilk girdiği yıllarda sınırları dahilinde yabancı dil ve dinde matbaa ile kitap basılmasına müsaade ederken İspanya’ da kral Ferdinand ve kraliçe Isabelle her yerde toplattıkları Arapça yazma ve Yahudilerin basma ve yazma eserlerinden oluşan yığınları yaktırıyordu. Aynı yıllarda birçok müstakil Avrupa şehrinin hakimleri de İncil’e muhalif diye matbaayı şehirlerine sokmuyorlardı. Bu haller iki din ve iki medeniyet arasındaki anlayış ve insanlık telakkisi farklarını açıkça gösteren, üzerinde durulması gereken örneklerdir.
Aynı şekilde “Hümanizma ve Rönesans” bilgi ve düşüncesinin basım vasıtasıyla yayılmasını teşvik etmişse de gerek kilise, gerek devlet işlerinin başında bulunanlar bundan korkarak basımı körletmeğe ve yalnız din ve iptidai bilgi kitaplarına hasretmeye çalışmışlardır. 16. ve 17. yy.da basım ancak birkaç sanatkâr aile tarafından desteklenerek, baskı altında güçlükle ilerleyebilmiştir.
Bunun yanında, muhtelif devirlerde ve çeşitli sahalarda batıda yenilik hareketlerine karşı direnmeler olduğunu görürüz. Öyle ki ilmi zihniyetin ve yeni keşiflerin son derece geliştiği yüzyıllarda bile Avrupa medeniyetinin ne kadar müşküllerle karşılaşarak ilerlediği ve taassubun ne derece kuvvetli bir engel teşkil ettiğine dair çok çeşitli misaller vermek mümkündür.
Mesela 1782’de Fransa’da ipek dokuyan makineli tezgahların mucidi Jacouard bu icadından ötürü Lyons’lu işçilerin öfke ve kinini kazanmış, işçiler kendisine karşı birleşerek Place des Terreaux meydanında büyük bir miting tertiplemişler ve burada icad edilen makinenin tahrip edilmesi yolunda ortak karar almışlardır. Fakat bizde, yeniçeri ayaklanmalarında bile, böyle birşeye rastlanmamıştır. Matbaanın yıkılması yolunda ulemaca tepki gösterildiği şeklinde haberlerin doğru olmadığı da vesikalarla sabittir.
1816’da ise İngiltere’de dantel makinesinin mucidi Heatcoat’ın Laughborough’daki fabrikası elle dantel ören işçiler tarafından yakılmıştır.
Bizim belirtmek istediğimiz husus, her cemiyette ve her devirde yenilik hareketlerine, başlangıçta bir karşı koymada bulunulduğudur. Bunu da cemiyetlerin kültür değişmeleri açısından tabii karşılamak icab edecektir.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki; tarihi hakikatlerin tarih süzgecinden geçirilip, tarih perspektifi içinde, gerçeklere sadık kalınarak incelenmesi neticesinde hakikatin ayan beyan ortaya çıkacağıdır. Bütün münevver ve eğitimcilerin bu gerçeğe sadık kalarak nesillere hakikati öğretmesi temennisiyle...
MATBAA OSMANLI İMPARATORLUĞUNA GEÇ Mİ GELDİ.İŞTE GERÇEKLER...
Matbaa Osmanlı’ya geç mi geldi?” sorusuna muhatap olduğumuzda cevabımız, aceleden verilmiş bir hüküm olarak ‘evet’ olmaktadır. Çünkü ders kitaplarımız ve diğer kültür kitaplarında öyle okuduk. Bunun sebebi olarak da İslam ileri sürüldü. Fakat aşağıda zikredeceğimiz sebeplerden dolayı, bu soruya kolayca “evet’ denemeyeceğini göreceğiz, Bu sebepleri başlıca iki kısımda ele almayı uygun buluyoruz. Fakat önce “Türkler, matbaayı biliyorlar mıydı?” sorusunun cevabını bulmalıyız. Tarihi kaynaklarda bu konu nasıl yer almaktadır?
TÜRKLER MATBAAYI BİLİYOR MUYDU?
Türkler matbaayı Orta Çağ’dan beri bilmektedirler. Bu konuda B. Lewis’ in ifadesi aynen şöyledir: “Bir bakıma matbaa, yüzyıllardan beri Türklerce biliniyordu. (...) (14. yüzyıldan) önceki bir tarihte de Çin sınır topraklarındaki Türk boyları Uzak Doğuda yaygın olan tahta basmanın bir türünü kullanmışlardı.”Matbaayı Türklerin 9. asırdan beri kullandıkları hakkında Y. Öztuna şöyle diyor:
“9. asırdan beri Büyük Türk Hakanlığının Uygur döneminde Türkler, matbaa kullanıyorlardı. 1902’den itibaren arkeologlar, Uygurların bastığı yüzlerce Türkçe kitabı, Doğu Türkistan’da kumlar altından çıkarmaya başladılar.”
14. asırda Çinli, Türk ve Korelilerin, -Uzak Doğuda- kullandıkları klişe baskısı, Hollanda’ya girdi; fakat gelişemedi. 1444’de Gütenberg, bu baskıdan ilham alarak sökülüp takılan harfler kullanmaya başladı. Aslında, bu madeni harfler, ilk olarak 1041’de Çin’de dökülmüştü. Gutenberg buradan almıştır.
Fakat Batılı, matbaayı bulma ve onu geliştirme şerefimi Gutenberg’e maletmektedir. Bu husus, bizdeki bütün kaynaklarda böyle gibidir. Aslında Gutenberg’in ne hayatı hakkında, ne de basımcılığı hakkında ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Matbaası hakkındaki bütün bilinenler ise, sadece “kabul”e dayanmaktadır.
“Kitabın Tarihini yazan Labarre, Gutenberg hakkında şöyle diyor: “Bu hayat pek iyi bilinmemektedir.”Yaptıkları hayatından da az bilinmektedir. Ona mal edilen basımların hiçbirinde adres ve tarih yoktur (...), bu ml etmelerin, muhtemel ile şüpheli arasında gidip geldiğini belirtmekle yetinelim.”
Matbaayı Türklerin daha önceden kullandıkları tesbit edildiğine göre, acaba, aynı insanlar bu aletleri daha sonra niçin kullanmadılar? Kullanmamaları için bir sebep var mıydı? Bizdeki bir kısım yerli ve yabancı yazarlar, buna yine “İslam” demektedirler. Bu iddianın yarı resmi yayınlara girdiği hakkında Lewis’ in adı geçen eserine bakılabilir (s.51).
Matbaaya karşı çıkılması ve bunun İslam’dan kaynaklandığı iddiasının doğru olmadığını N. Berkes de itiraf etmektedir.
Ayrıca şunu da ilave etmektedir:
“(...) Bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur: Matbaacılığa karşı konan sınırlamalar şeriatten değil, Osmanlı Devlet sistemine özgü sınırlamalardan gelmiştir. (...) yi bir gelişme sayılan bu iş “şeriat tarafından engellendi” diyerek yargı vermek kolay, fakat her zaman doğru olmayan, bilime aykırı bir tutumdur.”
A. Kabacalı’ nın ifadeleri daha da açıktır: “Matbaanın açılmasına din bilginlerinin karşı çıktığına ilişkin herhangi bir belgeye rastlanmamaktadır.(...) Özellikle topluma zararlı kişilerin uyarılması için, din kitaplarının basılması gereği üzerinde durulmaktadır. Tersini savunan yazarların hiçbiri, tarihi bir kaynak gösterememektedirler.
Bu hususları kavradıktan sonra, Osmanlı, matbaayı niçin geç kullanmaya başlamıştır? Bunun, batıya ve bize ait sebeplerini incelemeye geçebiliriz.
A-BATI’YA AİT SEBEPLER:
1. Böyle bir iddia, geçmişte ve günümüzde, ciddi boyutlara varan İslam ve Osmanlı düşmanlarının çıkardığı bir iddiadır. İddiayı ileri sürenlerin batıya taraftarlıklarından dolayı hemen ‘evet’ denemez.
2. Yukarıda da bir nebze temas edildiği gibi, tarihe, ilme ve Islama taban tabana zıt bu iddiayı, ilk olarak ortaya atan yazar Thomas F. Carter’dir. Buna karşılık bir başka batılı yazar John K. Birge ise bu iddianın doğru olmadığını belirtir. Yazar bu kanaate, İbrahim Müteferrika’nın eserlerini incelemek suretiyle varmıştır.
3. Türkiye’ye matbaa, bütün kaynaklarda ittifakla kaydedildiği üzere İspanya’dan kaçan Yahudi göçmenler eliyle gelmiştir ve ilk basılan kitap 1494 tarihlidir. Bir başka yazar ise, kayd-ı ihtiyatla, “1481 ‘de İstanbul musevileri arasında matbaa kurulmuştu” der. Sadece bir müşahit olarak, yine bir batılının eserinden bir cümle nakledelim. İfadesi aynen şöyle:
“Matbaacılık sanatı onlarda birkaç asırdan beri mevcuttur. Memlekette mevcut matbu kitaplar buna bir delil teşkil etmektedir (...). Bu kâğıt o kadar incedir ki, yalnız bir yüzüne basmak mümkündür.”
Takip eden seneler içinde, önce Rum azınlık, ardından Ermeniler kendi dilleriyle baskı yapmaya başladılar.
4. Aynı tarihlerde, batıda kurulan matbaalarda Arapça harfli kitaplar basılıyordu. Baskı tekniği zayıf ve tashih eden olmadığı için korkunç hatalar oluyordu. Buna rağmen III. Murad, kendi zamanında batıda basılan bu tür kitapların İstanbul’da satılmasına izin vermişti. Üstelik bu izin yabancılar için verilmişti.
5. Hatta bu ferman, H- 996 (M. 1594) tarihinde Roma’da basılan Kitab-u Tahrir-i Usuli’l-Oklid adlı eserin baş tarafına konmuştur.
6. Bu iddiayı günümüzde dile getirenlerin dayandıkları hayal mahsulü bir fermana göre “baskı işiyle uğraşanların katli” emredilmiş. Fermanın tarihi olarak da 1483 verilmektedir. Su fermanın varlığını iddia edenler de yine batılılardır. Böyle bir ferman olamaz. Çünkü ferman eğer Osmanlı için ise matbaa henüz tarafımızdan kullanılmadığı için mümkün değildir. Diğer milletler içinse, onlara zaten izin verildiği için doğru olamaz.
7. Bu fermandan bahis açanlar, II. Meşrutiyet devrinde çıkarılan Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası’nda yazan Karaçun ve Mystakidis isimli iki gayri müslimdir. Katta onlar bile bunun sıhhati (üzerinde durmamışlardır. Aynı mecmuada Efdalettin isimli bir başka yazar ise, bu fermanın, bir vesikaya istinat etmedikçe gerçek kabul edilemeyeceğini yazmıştır.
Yukarıdaki hükmümüzü tasdik eden bir yazarımız şöyle demektedir : “II. Bayezid’ in basım işleriyle uğraşanlar için idam cezası verileceği yolunda bir ferman çıkardığı, Yavuz Selim tarafından da aynı nitelikte bir ferman yayınlandığı öne sürülmüşse de, söz konusu fermanlar bugüne kadar ele geçmemiştir. Aksine II. Bayezid döneminde yahudilerin İstanbul’da ilk matbaayı kurdukları bilinmektedir.”
8- Matbaa mevzuunu doktora tez konusu olarak işleyen araştırmacı Osman Ersoy, bu ferman bahsinden sonra kanaatini şöyle belirtmektedir: “Gerçekten de böyle bir ferman olsaydı, ortada basılmış hiçbir kitabın olmaması icab ederdi. Şunu da ilave edelim ki, Yahudiler, Türkiye’nin birçok şehrinde kitap bastıkları halde bunların sanatını engelleyen hiçbir fermana şimdiye kadar rastlanmamıştır.”
B-BİZDEN KAYNAKLANAN SEBEPLER
1. Matbaanın yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı sırada, batının bütün devletlerinin genelinin kültür durumu, Osmanlı halkının kültür durumuyla kıyas kabul etmeyecek kadar düşüktür.
2. Osmanlı’da okuma-yazma oranı ve evlerde kitap bulundurma oranı yine batı ile kıyas edilemez.
Hatta, Anadolu insanının evinde bulunan kitaplar, Batıdaki kralların kitaplıklarında bile yoktur.
3. Matbaa gibi yeni sayılabilecek bir icadın o tarihte kullanımı henüz yaygın değildir. Hem kağıt imali yetersiz ve üstelik pahalıdır, hem de baskı tekniği henüz müstensihlerin (nüshayı elle yazarak çoğaltanlar) yazmalarından çok hızlı değildir. Haliyle, tenkid yine yersizdir.
4. Osmanlı gibi bir sosyal devlet sadece matbaayı değil, aynı zamanda halkının sosyal refahını da düşünmek ve işsizlik gibi bir meseleye karşı da tedbir almak zorundaydı. Bir batılı sadece İstanbul’da, rakam mübalağalı olsa da, 90 bin hattatın olduğundan bahsediyor.
Hattatların dışında kitapla ilgilenen sahhaflar, gezici kitap satıcıları, müzehhip-mücellitler (süslemeciler-ciltçiler) gibi diğer sınıf insanlar da hesaba katılmalıdır. Osmanlı, bu insanların aileleriyle beraber teşkil edeceği, yüzbinlerce insanı düşünmek durumundadır. Zaten Celali isyanlarıyla çalkalanan bir ülkede, idarecilerin, yeni bir gaile açmak istemedikleri açıktır. Osmanlı devlet erkanının matbaaya biraz çekimser kalmasında, o sırada Musevi-Katolik ve Ortodoks üçgeninin hasıl ettiği bir karmaşanın da tesiri olmuştur. Şöyle ki:
İspanya’dan kaçan Museviler, Katolikliği kabul etmeyenler veya geçici bir süre için kabul edenlerdir. İstanbul gibi bir yerdeki özgür havayı teneffüs etmeye başlayınca, hemen matbaa tesis ettiler. Kısa zamanda Osmanlı ülkesinde bulundukları her yerde matbaa kurdular. Zira, oradaki Katolikler, burada da vardı. Matbaa ile onlara meydan okunmuş oluyordu. Buna karşılık, Katolik Ermeniler de altta kalmamak için matbaa tesisine gittiler. Bu Ortodoks Rumları tedirgin etti, onlarda kendi matbaalarını kurdular.
Türkiye’de matbaanın ilk olarak yahudiler eliyle kurulduğunu kaydeden A. Adıvar, şu bilgiyi de ilave eder: “1627 yılında bir Rum papazı da bir matbaa kurmuştur. Bu matbaanın bastığı ilk eser, “Yahudiler Aleyhinde Küçük Risale”dir.”
Sabatay Sevi’nin 1684’de İzmir’ de ortalığı ayağa kaldıran “Mesihlik” iddiası, bir başka sebep olarak zikredilmelidir. Bu sebeplerin hepsini değerlendiren N. Berkes sonucu şöyle özetler:
“...Baskı sanatı Osmanlı tarihinde yalnızca bir din sonucu değil, kısmen teknik, kısmen ekonomik, kısmen de siyasal bir sorun olmuştur. Matbaanın açılmasına ulemanın karşı koyduğuna dair hiçbir kayıt yoktur.”
5- Matbaanın Türkiye’ye girmesinin gecikmesini tenkit edenler şu önemli hususu gözden kaçırıyorlar. 0 günün bilinen dünyasındaki toplam matbaalar, 1494 tarihi itibarıyla 30, 1728 tarihi itibariyle de 89 merkezde kurulmuştur.
1494 yılına kadar ülkelerin matbaa sayıları: Almanya 5, İtalya 7, İsviçre 2, Çekoslovakya 1, Fransa 2, Macaristan 1, Belçika 1 , Polonya 1, İspanya 1, İngiltere 5, Avusturya 1, Danimarka 1, İsveç 1, Portekiz l’ dir. Görüldüğü gibi toplam 14 ülkede, 30 merkezde matbaa tesis edilmiştir.
Bu rakamları, 1728 yılına kadar getirirsek 0 takdirde bu ülkelere, ABD, Hindistan, Çin, Meksika, Romanya, Litvanya, Rusya dahil edilmek kaydıyla rakam 89 olmaktadır. Üstelik bunların da 37 tanesi yine Osmanlı sınırları içindedir.
6. Gerçekte Osmanlı matbaa ile ilgilenmiş, hatta bu hususta araştırmalar dahi yapmıştır. Bunu da, İbrahim Müteferrika’nın, devrin sadrazamına yazdığı, matbaanın önemini anlatan “Vesiletü’t-Tıbaa” adlı arızasından öğrenmekteyiz. Yine, onun ifadesiyle, kağıt ve matbaa fiyatının pahalı oluşu, matbaanın geç kullanılmasına sebep olmuştur.
Yine burada, o dönem Osmanlı ülkesinde yetişmiş teknik eleman ve yeterli kağıt üretiminin olmamasını hatırlamak gerekecektir. İlk kâğıt fabrikası İbrahim Müteferrika’nın öncülüğünde Yalova’da kurulmuştur. Gerçi daha önce Amasya’da ve Bursa’da kağıt imalathanesi vardı ise de kağıt üretimi matbaalara yetmeyecek kadar kısıtlıdır, yetersizdir.
Ayrıca bir de gayri müslim insanlara bizim dini eserlerimizin baskısını emanet etmek ne derece doğru olurdu? Osmanlı devleti bu ve diğer bütün ihtimalleri düşünmüş ve ona göre matbaanın gelişmesinde çok fazla teşvikçi olmamış ve bir sosyal patlamayı böylece önlemiştir.
Burada bir hususa daha açıklık getirmek gerekir diye düşünüyoruz. İnsan mizacı gereği her yeniliği önce şüphe ile karşılar ve menfaatine bakan yönüyle değerlendirir. Toplumlar da böyledir. Belli bir geçmişi, yerleşik bir düzeni ve müesseseleri olan her toplum, alıştığı ülfet perdesini kolay yırtamaz ve yeniliklere hemen adapte olamaz. Osmanlı, bunun istisnası değildir.
AVRUPA’DA MATBAAYA TEPKİLER
Avrupa’da matbaaya değişik tepkiler gelmiştir. Batı bu tepkileri gözardı edebilmek için bunları başkalarına maletmekle kendini temize çıkarmayı uygun bulmuş gibidir. Veya yemekte fazla atıştıran kör gibi, karşısındakini de kendi terazisinde tartmıştır.
Mesela, Fransa’da matbaa yaygınlaşmaya başlayınca, kitapları elle çoğaltan müstensihler, bunları parlamentoya şikayet etmişler, onların şikayetini haklı bulan parlamento, bir müddet matbaaları kapatmıştır.
1476’da İngiltere/westminister’ de ilk matbaayı kuran William Caxton, ilk eserini basması üzerine rahiplerin tepkisiyle karşılaşmış ve dinsizlikle itham edilmiştir. Aynı devirde halk, okuma ve yazmaya düşkün olmasına rağmen, idareciler, matbaacılığa karşı daima düşmanca tavır içinde olmuşlardır. 181 6’da İngiltere’de dantel makinesinin mucidi Heatcoat’ ın Loughborough’ daki fabrikası, elle dantel ören işçiler tarafından yakılmıştır.
İtalya da bu tepkiyi gösterenlerden bir diğer ülkedir. Orada da Urbino kralı Federiqo, basılmış kitabı bulunmaktan utanç duyan biridir.
Rönesans, batıda bilgi ve düşüncenin basım vasıtasıyla yayılmasını teşvik etmiş lakin, hemen her zaman gerek kilise ve gerekse devlet, 16 ve 17. yüzyıllarda basımı köreltmeye çalışmıştır. Basım işi, bir kaç idealist sanatkar aile tarafından desteklenmiştir.
1782’de Fransa’da pekli kumaş dokuyan makinelerin icadını Lyon’ lu işçiler kabul etmemişler, bu makineler ve mucidi aleyhinde miting tertip etmişlerdir. Makinayı tahrip etmek isteyenlerin önüne askerlerle zor geçilebilmiştir.
“Görülüyor ki, Batıda muhtelif devirlerde ve çeşitli sahalarda yenilik hareketlerine karşı direnmeler olmuştur. Sonraki yüzyıllarda bile Avrupa medeniyetinin ne kadar müşkillerle ilerlediği ve taassubun ne derece engel teşkil ettiğine dair çeşitli misaller vermemiz mümkündür.
Bütün milletlerde bu tür vakıalar olmuştur ve bunlar da ‘kültür değişmeleri’ açısından normal karşılanmalıdır.
Yazımızı merhum Ziya Paşa’nın hal-i pür melalimizi tasvir eden şu kıtasıyla bitiriyorum:
İsnad-ı taassup olunur merd-i gayura
Dinsizlere tevcih-i reviyet yeni çıktı.
İslam imiş devlete pa-bend-i terakki
Evel oğul idi iş bu rivayet, yeni çıktı.
TÜRKLER MATBAAYI BİLİYOR MUYDU?
Türkler matbaayı Orta Çağ’dan beri bilmektedirler. Bu konuda B. Lewis’ in ifadesi aynen şöyledir: “Bir bakıma matbaa, yüzyıllardan beri Türklerce biliniyordu. (...) (14. yüzyıldan) önceki bir tarihte de Çin sınır topraklarındaki Türk boyları Uzak Doğuda yaygın olan tahta basmanın bir türünü kullanmışlardı.”Matbaayı Türklerin 9. asırdan beri kullandıkları hakkında Y. Öztuna şöyle diyor:
“9. asırdan beri Büyük Türk Hakanlığının Uygur döneminde Türkler, matbaa kullanıyorlardı. 1902’den itibaren arkeologlar, Uygurların bastığı yüzlerce Türkçe kitabı, Doğu Türkistan’da kumlar altından çıkarmaya başladılar.”
14. asırda Çinli, Türk ve Korelilerin, -Uzak Doğuda- kullandıkları klişe baskısı, Hollanda’ya girdi; fakat gelişemedi. 1444’de Gütenberg, bu baskıdan ilham alarak sökülüp takılan harfler kullanmaya başladı. Aslında, bu madeni harfler, ilk olarak 1041’de Çin’de dökülmüştü. Gutenberg buradan almıştır.
Fakat Batılı, matbaayı bulma ve onu geliştirme şerefimi Gutenberg’e maletmektedir. Bu husus, bizdeki bütün kaynaklarda böyle gibidir. Aslında Gutenberg’in ne hayatı hakkında, ne de basımcılığı hakkında ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Matbaası hakkındaki bütün bilinenler ise, sadece “kabul”e dayanmaktadır.
“Kitabın Tarihini yazan Labarre, Gutenberg hakkında şöyle diyor: “Bu hayat pek iyi bilinmemektedir.”Yaptıkları hayatından da az bilinmektedir. Ona mal edilen basımların hiçbirinde adres ve tarih yoktur (...), bu ml etmelerin, muhtemel ile şüpheli arasında gidip geldiğini belirtmekle yetinelim.”
Matbaayı Türklerin daha önceden kullandıkları tesbit edildiğine göre, acaba, aynı insanlar bu aletleri daha sonra niçin kullanmadılar? Kullanmamaları için bir sebep var mıydı? Bizdeki bir kısım yerli ve yabancı yazarlar, buna yine “İslam” demektedirler. Bu iddianın yarı resmi yayınlara girdiği hakkında Lewis’ in adı geçen eserine bakılabilir (s.51).
Matbaaya karşı çıkılması ve bunun İslam’dan kaynaklandığı iddiasının doğru olmadığını N. Berkes de itiraf etmektedir.
Ayrıca şunu da ilave etmektedir:
“(...) Bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur: Matbaacılığa karşı konan sınırlamalar şeriatten değil, Osmanlı Devlet sistemine özgü sınırlamalardan gelmiştir. (...) yi bir gelişme sayılan bu iş “şeriat tarafından engellendi” diyerek yargı vermek kolay, fakat her zaman doğru olmayan, bilime aykırı bir tutumdur.”
A. Kabacalı’ nın ifadeleri daha da açıktır: “Matbaanın açılmasına din bilginlerinin karşı çıktığına ilişkin herhangi bir belgeye rastlanmamaktadır.(...) Özellikle topluma zararlı kişilerin uyarılması için, din kitaplarının basılması gereği üzerinde durulmaktadır. Tersini savunan yazarların hiçbiri, tarihi bir kaynak gösterememektedirler.
Bu hususları kavradıktan sonra, Osmanlı, matbaayı niçin geç kullanmaya başlamıştır? Bunun, batıya ve bize ait sebeplerini incelemeye geçebiliriz.
A-BATI’YA AİT SEBEPLER:
1. Böyle bir iddia, geçmişte ve günümüzde, ciddi boyutlara varan İslam ve Osmanlı düşmanlarının çıkardığı bir iddiadır. İddiayı ileri sürenlerin batıya taraftarlıklarından dolayı hemen ‘evet’ denemez.
2. Yukarıda da bir nebze temas edildiği gibi, tarihe, ilme ve Islama taban tabana zıt bu iddiayı, ilk olarak ortaya atan yazar Thomas F. Carter’dir. Buna karşılık bir başka batılı yazar John K. Birge ise bu iddianın doğru olmadığını belirtir. Yazar bu kanaate, İbrahim Müteferrika’nın eserlerini incelemek suretiyle varmıştır.
3. Türkiye’ye matbaa, bütün kaynaklarda ittifakla kaydedildiği üzere İspanya’dan kaçan Yahudi göçmenler eliyle gelmiştir ve ilk basılan kitap 1494 tarihlidir. Bir başka yazar ise, kayd-ı ihtiyatla, “1481 ‘de İstanbul musevileri arasında matbaa kurulmuştu” der. Sadece bir müşahit olarak, yine bir batılının eserinden bir cümle nakledelim. İfadesi aynen şöyle:
“Matbaacılık sanatı onlarda birkaç asırdan beri mevcuttur. Memlekette mevcut matbu kitaplar buna bir delil teşkil etmektedir (...). Bu kâğıt o kadar incedir ki, yalnız bir yüzüne basmak mümkündür.”
Takip eden seneler içinde, önce Rum azınlık, ardından Ermeniler kendi dilleriyle baskı yapmaya başladılar.
4. Aynı tarihlerde, batıda kurulan matbaalarda Arapça harfli kitaplar basılıyordu. Baskı tekniği zayıf ve tashih eden olmadığı için korkunç hatalar oluyordu. Buna rağmen III. Murad, kendi zamanında batıda basılan bu tür kitapların İstanbul’da satılmasına izin vermişti. Üstelik bu izin yabancılar için verilmişti.
5. Hatta bu ferman, H- 996 (M. 1594) tarihinde Roma’da basılan Kitab-u Tahrir-i Usuli’l-Oklid adlı eserin baş tarafına konmuştur.
6. Bu iddiayı günümüzde dile getirenlerin dayandıkları hayal mahsulü bir fermana göre “baskı işiyle uğraşanların katli” emredilmiş. Fermanın tarihi olarak da 1483 verilmektedir. Su fermanın varlığını iddia edenler de yine batılılardır. Böyle bir ferman olamaz. Çünkü ferman eğer Osmanlı için ise matbaa henüz tarafımızdan kullanılmadığı için mümkün değildir. Diğer milletler içinse, onlara zaten izin verildiği için doğru olamaz.
7. Bu fermandan bahis açanlar, II. Meşrutiyet devrinde çıkarılan Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası’nda yazan Karaçun ve Mystakidis isimli iki gayri müslimdir. Katta onlar bile bunun sıhhati (üzerinde durmamışlardır. Aynı mecmuada Efdalettin isimli bir başka yazar ise, bu fermanın, bir vesikaya istinat etmedikçe gerçek kabul edilemeyeceğini yazmıştır.
Yukarıdaki hükmümüzü tasdik eden bir yazarımız şöyle demektedir : “II. Bayezid’ in basım işleriyle uğraşanlar için idam cezası verileceği yolunda bir ferman çıkardığı, Yavuz Selim tarafından da aynı nitelikte bir ferman yayınlandığı öne sürülmüşse de, söz konusu fermanlar bugüne kadar ele geçmemiştir. Aksine II. Bayezid döneminde yahudilerin İstanbul’da ilk matbaayı kurdukları bilinmektedir.”
8- Matbaa mevzuunu doktora tez konusu olarak işleyen araştırmacı Osman Ersoy, bu ferman bahsinden sonra kanaatini şöyle belirtmektedir: “Gerçekten de böyle bir ferman olsaydı, ortada basılmış hiçbir kitabın olmaması icab ederdi. Şunu da ilave edelim ki, Yahudiler, Türkiye’nin birçok şehrinde kitap bastıkları halde bunların sanatını engelleyen hiçbir fermana şimdiye kadar rastlanmamıştır.”
B-BİZDEN KAYNAKLANAN SEBEPLER
1. Matbaanın yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı sırada, batının bütün devletlerinin genelinin kültür durumu, Osmanlı halkının kültür durumuyla kıyas kabul etmeyecek kadar düşüktür.
2. Osmanlı’da okuma-yazma oranı ve evlerde kitap bulundurma oranı yine batı ile kıyas edilemez.
Hatta, Anadolu insanının evinde bulunan kitaplar, Batıdaki kralların kitaplıklarında bile yoktur.
3. Matbaa gibi yeni sayılabilecek bir icadın o tarihte kullanımı henüz yaygın değildir. Hem kağıt imali yetersiz ve üstelik pahalıdır, hem de baskı tekniği henüz müstensihlerin (nüshayı elle yazarak çoğaltanlar) yazmalarından çok hızlı değildir. Haliyle, tenkid yine yersizdir.
4. Osmanlı gibi bir sosyal devlet sadece matbaayı değil, aynı zamanda halkının sosyal refahını da düşünmek ve işsizlik gibi bir meseleye karşı da tedbir almak zorundaydı. Bir batılı sadece İstanbul’da, rakam mübalağalı olsa da, 90 bin hattatın olduğundan bahsediyor.
Hattatların dışında kitapla ilgilenen sahhaflar, gezici kitap satıcıları, müzehhip-mücellitler (süslemeciler-ciltçiler) gibi diğer sınıf insanlar da hesaba katılmalıdır. Osmanlı, bu insanların aileleriyle beraber teşkil edeceği, yüzbinlerce insanı düşünmek durumundadır. Zaten Celali isyanlarıyla çalkalanan bir ülkede, idarecilerin, yeni bir gaile açmak istemedikleri açıktır. Osmanlı devlet erkanının matbaaya biraz çekimser kalmasında, o sırada Musevi-Katolik ve Ortodoks üçgeninin hasıl ettiği bir karmaşanın da tesiri olmuştur. Şöyle ki:
İspanya’dan kaçan Museviler, Katolikliği kabul etmeyenler veya geçici bir süre için kabul edenlerdir. İstanbul gibi bir yerdeki özgür havayı teneffüs etmeye başlayınca, hemen matbaa tesis ettiler. Kısa zamanda Osmanlı ülkesinde bulundukları her yerde matbaa kurdular. Zira, oradaki Katolikler, burada da vardı. Matbaa ile onlara meydan okunmuş oluyordu. Buna karşılık, Katolik Ermeniler de altta kalmamak için matbaa tesisine gittiler. Bu Ortodoks Rumları tedirgin etti, onlarda kendi matbaalarını kurdular.
Türkiye’de matbaanın ilk olarak yahudiler eliyle kurulduğunu kaydeden A. Adıvar, şu bilgiyi de ilave eder: “1627 yılında bir Rum papazı da bir matbaa kurmuştur. Bu matbaanın bastığı ilk eser, “Yahudiler Aleyhinde Küçük Risale”dir.”
Sabatay Sevi’nin 1684’de İzmir’ de ortalığı ayağa kaldıran “Mesihlik” iddiası, bir başka sebep olarak zikredilmelidir. Bu sebeplerin hepsini değerlendiren N. Berkes sonucu şöyle özetler:
“...Baskı sanatı Osmanlı tarihinde yalnızca bir din sonucu değil, kısmen teknik, kısmen ekonomik, kısmen de siyasal bir sorun olmuştur. Matbaanın açılmasına ulemanın karşı koyduğuna dair hiçbir kayıt yoktur.”
5- Matbaanın Türkiye’ye girmesinin gecikmesini tenkit edenler şu önemli hususu gözden kaçırıyorlar. 0 günün bilinen dünyasındaki toplam matbaalar, 1494 tarihi itibarıyla 30, 1728 tarihi itibariyle de 89 merkezde kurulmuştur.
1494 yılına kadar ülkelerin matbaa sayıları: Almanya 5, İtalya 7, İsviçre 2, Çekoslovakya 1, Fransa 2, Macaristan 1, Belçika 1 , Polonya 1, İspanya 1, İngiltere 5, Avusturya 1, Danimarka 1, İsveç 1, Portekiz l’ dir. Görüldüğü gibi toplam 14 ülkede, 30 merkezde matbaa tesis edilmiştir.
Bu rakamları, 1728 yılına kadar getirirsek 0 takdirde bu ülkelere, ABD, Hindistan, Çin, Meksika, Romanya, Litvanya, Rusya dahil edilmek kaydıyla rakam 89 olmaktadır. Üstelik bunların da 37 tanesi yine Osmanlı sınırları içindedir.
6. Gerçekte Osmanlı matbaa ile ilgilenmiş, hatta bu hususta araştırmalar dahi yapmıştır. Bunu da, İbrahim Müteferrika’nın, devrin sadrazamına yazdığı, matbaanın önemini anlatan “Vesiletü’t-Tıbaa” adlı arızasından öğrenmekteyiz. Yine, onun ifadesiyle, kağıt ve matbaa fiyatının pahalı oluşu, matbaanın geç kullanılmasına sebep olmuştur.
Yine burada, o dönem Osmanlı ülkesinde yetişmiş teknik eleman ve yeterli kağıt üretiminin olmamasını hatırlamak gerekecektir. İlk kâğıt fabrikası İbrahim Müteferrika’nın öncülüğünde Yalova’da kurulmuştur. Gerçi daha önce Amasya’da ve Bursa’da kağıt imalathanesi vardı ise de kağıt üretimi matbaalara yetmeyecek kadar kısıtlıdır, yetersizdir.
Ayrıca bir de gayri müslim insanlara bizim dini eserlerimizin baskısını emanet etmek ne derece doğru olurdu? Osmanlı devleti bu ve diğer bütün ihtimalleri düşünmüş ve ona göre matbaanın gelişmesinde çok fazla teşvikçi olmamış ve bir sosyal patlamayı böylece önlemiştir.
Burada bir hususa daha açıklık getirmek gerekir diye düşünüyoruz. İnsan mizacı gereği her yeniliği önce şüphe ile karşılar ve menfaatine bakan yönüyle değerlendirir. Toplumlar da böyledir. Belli bir geçmişi, yerleşik bir düzeni ve müesseseleri olan her toplum, alıştığı ülfet perdesini kolay yırtamaz ve yeniliklere hemen adapte olamaz. Osmanlı, bunun istisnası değildir.
AVRUPA’DA MATBAAYA TEPKİLER
Avrupa’da matbaaya değişik tepkiler gelmiştir. Batı bu tepkileri gözardı edebilmek için bunları başkalarına maletmekle kendini temize çıkarmayı uygun bulmuş gibidir. Veya yemekte fazla atıştıran kör gibi, karşısındakini de kendi terazisinde tartmıştır.
Mesela, Fransa’da matbaa yaygınlaşmaya başlayınca, kitapları elle çoğaltan müstensihler, bunları parlamentoya şikayet etmişler, onların şikayetini haklı bulan parlamento, bir müddet matbaaları kapatmıştır.
1476’da İngiltere/westminister’ de ilk matbaayı kuran William Caxton, ilk eserini basması üzerine rahiplerin tepkisiyle karşılaşmış ve dinsizlikle itham edilmiştir. Aynı devirde halk, okuma ve yazmaya düşkün olmasına rağmen, idareciler, matbaacılığa karşı daima düşmanca tavır içinde olmuşlardır. 181 6’da İngiltere’de dantel makinesinin mucidi Heatcoat’ ın Loughborough’ daki fabrikası, elle dantel ören işçiler tarafından yakılmıştır.
İtalya da bu tepkiyi gösterenlerden bir diğer ülkedir. Orada da Urbino kralı Federiqo, basılmış kitabı bulunmaktan utanç duyan biridir.
Rönesans, batıda bilgi ve düşüncenin basım vasıtasıyla yayılmasını teşvik etmiş lakin, hemen her zaman gerek kilise ve gerekse devlet, 16 ve 17. yüzyıllarda basımı köreltmeye çalışmıştır. Basım işi, bir kaç idealist sanatkar aile tarafından desteklenmiştir.
1782’de Fransa’da pekli kumaş dokuyan makinelerin icadını Lyon’ lu işçiler kabul etmemişler, bu makineler ve mucidi aleyhinde miting tertip etmişlerdir. Makinayı tahrip etmek isteyenlerin önüne askerlerle zor geçilebilmiştir.
“Görülüyor ki, Batıda muhtelif devirlerde ve çeşitli sahalarda yenilik hareketlerine karşı direnmeler olmuştur. Sonraki yüzyıllarda bile Avrupa medeniyetinin ne kadar müşkillerle ilerlediği ve taassubun ne derece engel teşkil ettiğine dair çeşitli misaller vermemiz mümkündür.
Bütün milletlerde bu tür vakıalar olmuştur ve bunlar da ‘kültür değişmeleri’ açısından normal karşılanmalıdır.
Yazımızı merhum Ziya Paşa’nın hal-i pür melalimizi tasvir eden şu kıtasıyla bitiriyorum:
İsnad-ı taassup olunur merd-i gayura
Dinsizlere tevcih-i reviyet yeni çıktı.
İslam imiş devlete pa-bend-i terakki
Evel oğul idi iş bu rivayet, yeni çıktı.
PRUT HARBİ, BALTACI MEHMED PAŞA VE KATERİNA OLAYI
Hepimizin bildiği Baltacı Mehmet Paşa 1711 Prut savaşı'nda Ruslarla yaptığı savaşı kazanmış ve Rusya barış istemek zorunda kalmıştır.Ancak bugüne kadar hep tartışagelinen konu Prut savaşı gerçeği değil Baltacı ve Rus Katerina arasında bir aşk yaşanıp yaşanmadığıdır.
Baltacı Mehmet Paşa Kimdir Çorum'un Osmancık ilçesinde dünyaya geldiği bilinmektedir.Genç yaşında ilme olan merakıyla kendini olağanüstü bir şekilde geliştirmiş Trablus, Cezayir ve Tunus gibi önemli yerlerde görev yapmıştır.Daha sonra sarayda görev yapan Baltacı Mehmet Paşa kısa sürede kendini ispatlayarak Osmanlı Devleti'nde Padişahtan sonra en üst rütbe olan sadrazamlığa(Başbakanlık) terfi etmiştir.Hayatındaki en önemli dönüm noktası Rusya ile yapılan Prut savaşı'nda Osmanlı Devleti Başkomutanlık görevidir.Savaşı kazanmıştır ama dedikodusu yüzyıllarca dilegelmiştir.30 Kasım 1721'de öldüğü sanılmaktadır.
Prut Savaşı(1711)
Rusya'nın başında bulunan Çar I. Petro(Deli) Rusya'nın sıcak denizlere inmesi için Osmanlı engelini aşmayı hedeflemekteydi.Son derece otoriter ve yetenekli bir çar olan Petro'ya tarihimizde "Deli" lakabı verilmiştir.Osmanlı Devleti ise Rusya'nın kendi üzerinde kurmak istediği bu baskıyı önlemek amacıyla Baltacı Mehmet Paşa komutasındaki yaklaşık 100.000 kişilik ordusunu Rusya üzerine gönderir.Rusya ise 60.000'den fazla Mareşal Şeremitiyev komutasındaki ordusuyla Prut nehri kıyısında Türk kuvvetleriyle karşılaşacaktır.Yapılan savaşta kısa sürede yoğun topçu ateşiyle Osmanlı kuvvetleri Rusları ilk günden itibaren yenilgiye uğratmaya başlamıştır.Günlerce süren yoğun Osmanlı bombardımanı Ruslar'a çok ağır kayıplar verdirmiştir.Bunun üzerine Rusya Başkomutanı Mareşal Şeremitiyev Baltacı Mehmet Paşa'dan barış istemiştir.İlk barış önerisi Baltacı tarafından kabul edilmemiş ve Osmanlı baskısı daha da derinleşmiştir.Bu esnada Baltacı Mehmet Paşa savaş heyetini toplamış ve Rus başkomutanının kendisinden barış istediğini ve her türlü talebi kabul ettiğini belirtmiştir.Bunun için heyette bulunanların görüşlerini almıştır.Büyük bir çoğunluk bu barış önerisinin kabul edilmesini istemiştir.Çünkü uzayan savaşta Yeniçerilerin rahatsız olduğu ve savaşın uzamasının ileride Osmanlı ordusunda sıkıntı çıkaracağı düşünülmüştür.Bütün bu olasılıkları düşünen Baltacı Mehmet Paşa Rusya Başkomutanı Mareşal Şeremitiyev'in barış önerisini kabul etmiştir.Ardından meşhur Prut antlaşması imzalanmıştır.Buna göre; Azak kalesi Osmanlı Devleti'ne geri verilecek, Rusya'nın takip ettiği İsveç Kralı XII.Demirbaş Şarl ülkesine serbestçe dönebilecek, Rusya İstanbul'da daimi elçi bulundurmayacak ve Lehistan'ın içişlerine karışmayacaktı.
Görüldüğü gibi Osmanlı için başarılı bir antlaşmadır.Ancak Baltacı Mehmet Paşa'nın siyasi rakipleri dönüşte Padişah'a durumu farklı izah etmişler, yok edilmek üzere olan Rus ordusunun Baltacı'nın keyfi hareketleri yüzünden kurtulduğunu anlatmışlardır.Ancak Baltacı'nın Rusların barış önerisini kabul etmesinin temel sebebi ordusu içindeki Yeniçerilerin savaşın uzaması ile huzursuzluk çıkarmaya başlamasıyla ilgiliydi. Böylelikle Baltacı Mehmet Paşa eski otoritesini kaybetmiştir.
Baltacı Mehmet Paşa Ve Katerina Gerçeği Katerina, Çar I. Petro'nın eşidir.Savaş sırasında Rus hazinelerini toplayıp Osmanlı savaş komutanı Baltacı Mehmet Paşa'nın huzuruna çıktığı ve Rus ordusunun barış teklifini kabul etmesi için yalvardığı iddia edilmektedir.İşte işin şovenizm kısmı burada başlamaktadır.Bu görüşmenin Baltacı Mehmet Paşa ve Katerina arasında bir çadırda başbaşa yapıldığı ve aralarında bir ilişki olduğu iddia edilmiştir.Bu iddiaların tamamı kesin olarak uydurma ve yalanlardan ibarettir.Çünkü tarih boyunca devletler arasındaki uzlaşma diplomatik kurallar çerçevesinde olmuştur.Böyle bir antlaşma yapılacaksa bu Rus ve Türk heyetleri arasında olmalıdır.Ayrıca bu iddiaların hayal mahsülü olduğunu aşağıdaki tespitlerim de doğrulamaktadır:
Baltacı Mehmet Paşa Kimdir Çorum'un Osmancık ilçesinde dünyaya geldiği bilinmektedir.Genç yaşında ilme olan merakıyla kendini olağanüstü bir şekilde geliştirmiş Trablus, Cezayir ve Tunus gibi önemli yerlerde görev yapmıştır.Daha sonra sarayda görev yapan Baltacı Mehmet Paşa kısa sürede kendini ispatlayarak Osmanlı Devleti'nde Padişahtan sonra en üst rütbe olan sadrazamlığa(Başbakanlık) terfi etmiştir.Hayatındaki en önemli dönüm noktası Rusya ile yapılan Prut savaşı'nda Osmanlı Devleti Başkomutanlık görevidir.Savaşı kazanmıştır ama dedikodusu yüzyıllarca dilegelmiştir.30 Kasım 1721'de öldüğü sanılmaktadır.
Prut Savaşı(1711)
Rusya'nın başında bulunan Çar I. Petro(Deli) Rusya'nın sıcak denizlere inmesi için Osmanlı engelini aşmayı hedeflemekteydi.Son derece otoriter ve yetenekli bir çar olan Petro'ya tarihimizde "Deli" lakabı verilmiştir.Osmanlı Devleti ise Rusya'nın kendi üzerinde kurmak istediği bu baskıyı önlemek amacıyla Baltacı Mehmet Paşa komutasındaki yaklaşık 100.000 kişilik ordusunu Rusya üzerine gönderir.Rusya ise 60.000'den fazla Mareşal Şeremitiyev komutasındaki ordusuyla Prut nehri kıyısında Türk kuvvetleriyle karşılaşacaktır.Yapılan savaşta kısa sürede yoğun topçu ateşiyle Osmanlı kuvvetleri Rusları ilk günden itibaren yenilgiye uğratmaya başlamıştır.Günlerce süren yoğun Osmanlı bombardımanı Ruslar'a çok ağır kayıplar verdirmiştir.Bunun üzerine Rusya Başkomutanı Mareşal Şeremitiyev Baltacı Mehmet Paşa'dan barış istemiştir.İlk barış önerisi Baltacı tarafından kabul edilmemiş ve Osmanlı baskısı daha da derinleşmiştir.Bu esnada Baltacı Mehmet Paşa savaş heyetini toplamış ve Rus başkomutanının kendisinden barış istediğini ve her türlü talebi kabul ettiğini belirtmiştir.Bunun için heyette bulunanların görüşlerini almıştır.Büyük bir çoğunluk bu barış önerisinin kabul edilmesini istemiştir.Çünkü uzayan savaşta Yeniçerilerin rahatsız olduğu ve savaşın uzamasının ileride Osmanlı ordusunda sıkıntı çıkaracağı düşünülmüştür.Bütün bu olasılıkları düşünen Baltacı Mehmet Paşa Rusya Başkomutanı Mareşal Şeremitiyev'in barış önerisini kabul etmiştir.Ardından meşhur Prut antlaşması imzalanmıştır.Buna göre; Azak kalesi Osmanlı Devleti'ne geri verilecek, Rusya'nın takip ettiği İsveç Kralı XII.Demirbaş Şarl ülkesine serbestçe dönebilecek, Rusya İstanbul'da daimi elçi bulundurmayacak ve Lehistan'ın içişlerine karışmayacaktı.
Görüldüğü gibi Osmanlı için başarılı bir antlaşmadır.Ancak Baltacı Mehmet Paşa'nın siyasi rakipleri dönüşte Padişah'a durumu farklı izah etmişler, yok edilmek üzere olan Rus ordusunun Baltacı'nın keyfi hareketleri yüzünden kurtulduğunu anlatmışlardır.Ancak Baltacı'nın Rusların barış önerisini kabul etmesinin temel sebebi ordusu içindeki Yeniçerilerin savaşın uzaması ile huzursuzluk çıkarmaya başlamasıyla ilgiliydi. Böylelikle Baltacı Mehmet Paşa eski otoritesini kaybetmiştir.
Baltacı Mehmet Paşa Ve Katerina Gerçeği Katerina, Çar I. Petro'nın eşidir.Savaş sırasında Rus hazinelerini toplayıp Osmanlı savaş komutanı Baltacı Mehmet Paşa'nın huzuruna çıktığı ve Rus ordusunun barış teklifini kabul etmesi için yalvardığı iddia edilmektedir.İşte işin şovenizm kısmı burada başlamaktadır.Bu görüşmenin Baltacı Mehmet Paşa ve Katerina arasında bir çadırda başbaşa yapıldığı ve aralarında bir ilişki olduğu iddia edilmiştir.Bu iddiaların tamamı kesin olarak uydurma ve yalanlardan ibarettir.Çünkü tarih boyunca devletler arasındaki uzlaşma diplomatik kurallar çerçevesinde olmuştur.Böyle bir antlaşma yapılacaksa bu Rus ve Türk heyetleri arasında olmalıdır.Ayrıca bu iddiaların hayal mahsülü olduğunu aşağıdaki tespitlerim de doğrulamaktadır:
1.) 1711 yılında yapılan Prut savaşı ile ilgili ne Rus arşivleri ne de Osmanlı arşivleri Baltacı ve Katerina arasında görüşme yapıldığıyla ilgili bir bilgi vermiyor.Yani böyle bir olayla ilgili en ufak bir bilgi sözkonusu değildir.
2.)İddialara göre Baltacı Katerina'nın altınlarına ve mücevherlerine kanarak savaşı durdurmuş! Oysa ki zaten Osmanlı Devleti Rusya'yı savaşta köşeye sıkıştırmış ve Rusya Osmanlı'nın her isteğini kabul ediyor.O halde her istediğini alabilecek gücü olan Baltacı Mehmet Paşa niçin Katerina'nın altınlarıyla şantaj yemiş olsun...
3.)Baltacı Mehmet Paşa'nın o dönemde saray içinde bulunan siyasi rakipleri bile böyle bir olaydan bahsetmemişlerdir.Böyle bir olay olsa rakipleri bunu kullanıp dile getirmezmiydi...
4.)Yapılan antlaşmayı Baltacı kabul etmiştir.Ancak hiçbir antlaşma Başkomutanın keyfi kararıyla olmaz.Osmanlı Devleti'nde barış antlaşmaları için Başkomutanın kararı yeterli değildir.Çünkü akerlerden, diplomatlardan ve vezirlerden oluşan Harp Divanı bu kararı verebilir.Prut antlaşması da böyle olmuştur.O halde Harp Divanı'nın tamamı Katerina ile şimdi birlikte mi oldu!!!
5.)Savaş sırasında 82 yaşında olan Baltacı Mehmet Paşa'nın yaşını düşündüğümüzde Katerina ile bir ilişki içerisinde olması mümkün değildir.
6.)Savaşın olduğu dönemde İstanbul'da bulunan Osmanlı padişahı III. Ahmet'tir.Onun dönemindeki olayları ayrıntılarıyla anlatan tarihçi Raşid böyle bir olaydan bahsetmemiştir.
7.)Hiçbir Avrupa kaynağında, arşivinde böyle bir görüşmeden yine bahsedilmiyor.
Görüldüğü gibi tarihte hiçbir şekilde Baltacı Mehmet Paşa-Katerina görüşmesi olmamıştır.Tüm bunlara rağmen Türk tarihini lekelemek isteyenler bu iftirayı ülkemize sokmayı başarmışlardır.Hiçbir kaynağı olmayan bu gafillerin esas amacı Türk tarihini lekelemektir.Nasıl bugün sözde Ermeni soykırım yalanını dünyaya duyurmuşlarsa şerefli bir Türk komutanı olan Baltacı Mehmet Paşa için de aynı iftiraları atmaya devam etmektedirler.Milletimizi; Fatihlere, Yavuzlara, Baltacılara, Abdülhamitlere, Enver Paşalara, Atatürklere ve ismi unutulmuş tüm kahramanlarımıza atılan bu iftiralara karşı Türk-İslam şemsiyesi altında hiçbir şekilde inanmamaya, kanmamaya ve oyuna gelmemeye davet ediyoruz.
2.)İddialara göre Baltacı Katerina'nın altınlarına ve mücevherlerine kanarak savaşı durdurmuş! Oysa ki zaten Osmanlı Devleti Rusya'yı savaşta köşeye sıkıştırmış ve Rusya Osmanlı'nın her isteğini kabul ediyor.O halde her istediğini alabilecek gücü olan Baltacı Mehmet Paşa niçin Katerina'nın altınlarıyla şantaj yemiş olsun...
3.)Baltacı Mehmet Paşa'nın o dönemde saray içinde bulunan siyasi rakipleri bile böyle bir olaydan bahsetmemişlerdir.Böyle bir olay olsa rakipleri bunu kullanıp dile getirmezmiydi...
4.)Yapılan antlaşmayı Baltacı kabul etmiştir.Ancak hiçbir antlaşma Başkomutanın keyfi kararıyla olmaz.Osmanlı Devleti'nde barış antlaşmaları için Başkomutanın kararı yeterli değildir.Çünkü akerlerden, diplomatlardan ve vezirlerden oluşan Harp Divanı bu kararı verebilir.Prut antlaşması da böyle olmuştur.O halde Harp Divanı'nın tamamı Katerina ile şimdi birlikte mi oldu!!!
5.)Savaş sırasında 82 yaşında olan Baltacı Mehmet Paşa'nın yaşını düşündüğümüzde Katerina ile bir ilişki içerisinde olması mümkün değildir.
6.)Savaşın olduğu dönemde İstanbul'da bulunan Osmanlı padişahı III. Ahmet'tir.Onun dönemindeki olayları ayrıntılarıyla anlatan tarihçi Raşid böyle bir olaydan bahsetmemiştir.
7.)Hiçbir Avrupa kaynağında, arşivinde böyle bir görüşmeden yine bahsedilmiyor.
Görüldüğü gibi tarihte hiçbir şekilde Baltacı Mehmet Paşa-Katerina görüşmesi olmamıştır.Tüm bunlara rağmen Türk tarihini lekelemek isteyenler bu iftirayı ülkemize sokmayı başarmışlardır.Hiçbir kaynağı olmayan bu gafillerin esas amacı Türk tarihini lekelemektir.Nasıl bugün sözde Ermeni soykırım yalanını dünyaya duyurmuşlarsa şerefli bir Türk komutanı olan Baltacı Mehmet Paşa için de aynı iftiraları atmaya devam etmektedirler.Milletimizi; Fatihlere, Yavuzlara, Baltacılara, Abdülhamitlere, Enver Paşalara, Atatürklere ve ismi unutulmuş tüm kahramanlarımıza atılan bu iftiralara karşı Türk-İslam şemsiyesi altında hiçbir şekilde inanmamaya, kanmamaya ve oyuna gelmemeye davet ediyoruz.
2. VİYANA KUŞATMASI
II. Viyana Kuşatması, 1683 yılında IV. Mehmet devrinde Osmanlı İmparatorluğu'nun Viyana'yı kuşatması ile gerçekleşti. 17. yüzyıldaOsmanlı İmparatorluğu ile Avusturya Arşidüklüğü arasında yapılan savaşların en uzun süreni bu kuşatma ile başladı.
Viyana bozgununun sorumluluğunu taşıyan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Belgrad'da idam edildi. Padişah daha sonra düşünüp yapmış olduğu başarılı hizmetlerden dolayı Kara Mustafa Paşa'nın başının kesilmesini geri almak istemiş ve ikinci bir emirle affedilmesini emretmiştir. Fakat ikinci emir ulaşana kadar görev verilen ulaklar paşayı idam etmişlerdi. Kesilip gömülen başının üzerine seng-i ibret (ibret taşı) konuldu.
Avusturya, yönetimi altındaki Macarlara iyi davranmıyor, onları ağır vergilerle eziyordu. Ayrıca mezhep hürriyeti de tanımıyordu. Macarlar, baskılara daha fazla dayanamayınca Tökeli İmre'nin başkanlığında ayaklandılar. Kendi güçleriyle başarılı olamayacaklarını anladıklarındanOsmanlılardan yardım istediler.
Politik nedenlerden dolayı Osmanlı İmparatorluğu uzun yıllardır Macaristan'da ve Avusturya'da Katolik olmayan azınlığa yardımda bulunuyordu. Osmanlılar zaten Tökeli İmre'yi yukarı Macaristan kralı olarak tanıyorlardı. Henüz kuşatmadan önce Osmanlı İmparatorluğu ve Habsburglar arasında Vasvar Barışı'nın bir sonucu olarak yirmi yıllık bir barış sözleşmesi vardı.
1681 ve 1682'de Tökeli İmre ile Habsburglar arasındaki sınır çatışması şiddetini artırdı. Habsburg kuvvetlerinin merkezi Macaristan içlerine tecavüz etmeleri, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'ya Osmanlı ordusunu sefere çıkarmak için IV. Mehmet ve divanını ikna etmek için önemli bir gerekçe oldu. Padişah IV. Mehmet, Kara Mustafa Paşa'ya Yanıkkale (Raab) ve Komarom kalelerine (ikisi de Kuzeybatı Macaristan'da) operasyon yapmaya ve onları kuşatmaya izin verdi. Osmanlı ordusu 21 Ocak 1682'de seferber edildi ve 6 Ağustos 1682'de savaş ilan edildi.
Viyana, Doğu Akdeniz-Almanya ticaret yolu üzerinde oluşu, Tuna üzerinde iç kontrol noktası olması gibi nedenler yüzünden Osmanlı İmparatorluğu'nun stratejik hedeflerinin tam ortasındaydı. Kuşatma için büyük hazırlıklar yapıldı; Avusturya'ya ve lojistik merkezlere giden yollar tamir edildi ve yenileri inşa edildi. Cephane, mühimmat, top ve diğer kaynaklar imparatorluğun her yanından bu lojistik merkezlere ve Balkanlar'ın içlerine göderilmesi yapıldı.
Lojistik zamanı, Ağustos ve Eylül 1682'de bir istilaya başlamanın mümkün olmadığını ifade ediyordu. Üç aylık bir seferde Osmanlılar kışınViyana'da olacaklardı. Ama seferin başlaması ve hazırlanması için gereken 15 aylık bir sürede de Habsburglar hazırlancak ve diğer Avrupa krallıklarına yardım için başvuracaklardı. Nitekim kış süresinde Habsburglular ve Lehistan bir antlaşma imzaladılar. Antlaşmaya göre Osmanlılar Krakow'a saldırırlarsa Habsburg kuvvetleri Lehistan'a yardıma gelecekti, karşılık olarak da Leh ordusu Viyana'ya bir saldırı olursa yardıma gelecekti.
İlkbaharda Mayıs'ın erken zamanında Osmanlı ordusu Belgrad'a ulaştı. Daha sonra Viyana şehrine doğru hareket etti. 7 Temmuz'da 40.000 Tatar kuvveti Viyana'nın 40 km doğusuna vardı. Kuşatma süresince Habsburg imparatoru I. Leopold 80 bin Viyanalı ile şehirden kaçtı ve Linz'e yerleşti. Lehistan kralı Sobieski de 1683 yazında antlaşmadaki yükümlülüğünü yerine getirmek için bir yardım sevkiyatı hazırlıyordu.
Osmanlı ordusu 14 Temmuz'da Viyana'yı kuşattı. Artakalan 11.000 askerin, 5.000 sivil ve gönüllünün lideri Graf Ernst Rüdiger von Starhemberg teslim olmayı reddediyordu. Viyanalılar şehrin etrafındaki evleri ve duvarları tahrip ettiler, yıkıntıları temizlediler ve boş bir alan bıraktılar. Kara Mustafa Paşa bu problemi kuvvetlerine şehre doğruca giden hendek kazmalarını emrederek çözdü.
Osmanlılar zamanı hesaba almadılar, mamafih zaman onların tarafında değildi. Bu noktadaki gevşeklikleri, savaşın ilanından sonra ordularını kombine edip ilerlememeleri; yardım kuvvetlerinin ulaşmasına izin verdi. Tarihçiler Kara Mustafa Paşa'nın şehri zenginlikleri ve bozulmamış haliyle ele geçirmek istediğini söylerler.
Viyana'ya ise her anlamda yiyecek desteği kesilmişti. Garnizon ve sivil gönüllüler aşırı kayıplara katlanıyordu.
Kışla hizmeti öyle bir problem haline geldi ki Graf Ernst Rudiger von Starhamberg herhangi bir asker nöbette uykuda bulunursa öldürüleceği emrini verdi. Ümitsizlik gittikçe artıyordu. Bu sırada Lorraine dükü V. Charles komutası altında olan imparatorluk kuvvetleri, Macar Tökeli İmre ile Viyana'nın 5 km kuzeydoğusunda, Bisamberg'de çarpışıyorlardı.
Osmanlının bu hezimeti Avrupa'da büyük sevinçle karşılandı. Artık Osmanlıların yenilmez olmadıklarını gören Avrupa, karşı hücuma kalkmaya başladı. Psikolojik savaş olarak da Osmanlı üzerinde büyük bir kayıp, Avrupalılarda ise büyük bir kazanç olarak değerlendirildi. Bu savaş sonucunda Osmanlının gerileme devrine girdiği kabul edilmektedir. Böylece Türklerin Sakarya Muharebesi’ne kadar sürecek bir geri çekilme süreci başlamış oldu.
Türklerin savaştaki genel durumu hakkında bilgi veren bir İngiliz gazetesinden kesit. The London Gazette - 30 Temmuz 1683 Pazartesi |
Polonya Kralı Sobieski'nin zaferi. |
Kuşatma sonrası kurulan Kutsal İttifak Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'na neden oldu.
Türklerin Viyana'dan Dönüşünün 300. yılı |
PATRONA HALİL İSYANI
Osmanlı tarihi, isyan veya ihtilâl denebilecek birçok içtimaî hâdiseye sahne olmuştur. İsyanların sebepleri ve aktörleri farklı da olsa, cereyan şekilleri benzerlikler ihtiva eder. Bu ayaklanmalardan biri olan Patrona Halil İsyanı (28 Eylül 1730), elebaşısının isim ve mesleği sebebiyle bir halk hareketi gibi telâkki edilir. Patrona Halil'in Bayezid Camii Hamamı'nda tellâklık yapması sebebiyle ayak takımından birisi olduğu zannedilse de aslında o, bir yeniçeridir ve 17. Ağa Bölüğü'ne mensuptur. Diğer pek çok yeniçeri gibi ikinci bir iş yapmaktadır. Başka bir görüşe göre, kendisi kaptan-ı deryanın yardımcılarından 'Patrona'nın gemisinde levend olarak görev yaptığından bu lâkabı almıştır.
Osmanlı tarihinde 1718–1730 yılları arasındaki dönem "Lâle Devri" olarak şöhret bulmuştur. Bu isimlendirmede savaşsız geçen yıllar, sarayın ve çevresinin îmar faaliyetlerine yönelmesi, zevk ve eğlenceye önem verilmesi ve bu meyanda özellikle lâle olmak üzere birçok çiçekle saray, köşk ve bahçelerin süslenmesi tesirli olmuştur. Bu devirde bazı lâle soğanlarının yüzlerce altın ettiği bilinmektedir. Bu dönem uğursuz bir isyan hareketi ile sona erer. İsyanın sebepleri arasında; Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın uzun (12 yıldan fazla) sayılabilecek sadaret görevinin İstanbul'da bazı gruplar arasında meydana getirdiği hoşnutsuzluk, önceleri başarıyla sürdürülen İran savaşlarında durumun tersine dönmesi sebebiyle bazı yerlerin -özellikle Tebriz'in- savaşılmadan kaybedilmesi, İran üzerine sefere çıkacağı duyurulan padişahın bir türlü sefere çıkmaması, bu durumun müsebbibi olarak İbrahim Paşa'nın görülmesi, yine İbrahim Paşa'nın özellikle Alman savaşlarındaki başarısızlıkları sebebiyle kapıkulları ve yeniçerilerle ilgili yapmaya çalıştığı düzenlemeler, nihayet aşırıya kaçan zevk ve sefa eğlencelerinin halk üzerindeki olumsuz tesirleri sayılabilir.
İsyan hareketi, devlet adamlarının sayfiyelerde bulunduğu ve İstanbul'un nispeten sakin olduğu eylül sonlarında gerçekleşir. Bu sırada padişah ve önemli devlet erkânı İran üzerine yapılacak sefer-i hümâyûn için Üsküdar'a dikilen sancak-ı şerifin yanında, ordugâhta bulunmaktadır. İstanbul kaymakamı gereken tedbirleri ânında ve cesaretle alamadığı için isyan gittikçe büyür. Hapishanelerdeki mahkûmlar salıverilir. İsyanı duyan padişah Topkapı Sarayı'na gelir. Asilere karşı sancak-ı şerifin çıkarılması da bir netice vermez. Bu esnada asilerden, otuz yedi kişinin kendilerine verilmesi talebi gelir. Her ne kadar başlarda isyan padişaha değil de sadrazama karşıymış gibi gösterildiyse de, aslında durum öyle değildir. Damat İbrahim Paşa ve damatları Kaptan-ı Derya Mustafa Paşa ile Sadaret Kethüdası (içişleri bakanı) Mehmed Paşa'nın idam edilerek asilere teslimi de isyanı sona erdirmez ve Sultan 3. Ahmed, 34 yaşındaki yeğeni Mahmud lehine saltanattan feragat eder. İsyanın elebaşıları önemli görevlere getirilir, Lâle Devri'nde inşa edilen yüzlerce saray ve konak yıkılır, önemli devlet adamlarının ikametgâhları yağmalanır. Patrona Halil, Yanaki adındaki bir Rum kasabı, Boğdan (Moldovya) Prensi yaparak Romanya'ya gönderir, kendisi de Divan-ı Hümayun toplantılarına zorla katılarak o güne kadar görülmemiş serkeşlikler sergiler. Yeni padişah onları tepelemeye muvaffak olana kadar, asiler kırk altı gün boyunca devlet çarkını istedikleri gibi çalıştırır.
Patrona Halil İsyanı; asker kökenli bazı kimselerin ayak takımını da kışkırtarak başlattığı, ulemadan bazılarının ve Damad İbrahim Paşa'ya düşman bir kısım devlet adamlarının yardımlarıyla büyüyen, kabiliyetsiz idarecilerin zamanında önlem alamadığı için çığırından çıkan bir harekettir. On iki yıl devam eden ve bütün olumsuzluklarına rağmen bir îmar ve restorasyon dönemi olarak da kabul edilebilecek "Lâle Devri" bu isyanla sona erer.
Osmanlı tarihinde 1718–1730 yılları arasındaki dönem "Lâle Devri" olarak şöhret bulmuştur. Bu isimlendirmede savaşsız geçen yıllar, sarayın ve çevresinin îmar faaliyetlerine yönelmesi, zevk ve eğlenceye önem verilmesi ve bu meyanda özellikle lâle olmak üzere birçok çiçekle saray, köşk ve bahçelerin süslenmesi tesirli olmuştur. Bu devirde bazı lâle soğanlarının yüzlerce altın ettiği bilinmektedir. Bu dönem uğursuz bir isyan hareketi ile sona erer. İsyanın sebepleri arasında; Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın uzun (12 yıldan fazla) sayılabilecek sadaret görevinin İstanbul'da bazı gruplar arasında meydana getirdiği hoşnutsuzluk, önceleri başarıyla sürdürülen İran savaşlarında durumun tersine dönmesi sebebiyle bazı yerlerin -özellikle Tebriz'in- savaşılmadan kaybedilmesi, İran üzerine sefere çıkacağı duyurulan padişahın bir türlü sefere çıkmaması, bu durumun müsebbibi olarak İbrahim Paşa'nın görülmesi, yine İbrahim Paşa'nın özellikle Alman savaşlarındaki başarısızlıkları sebebiyle kapıkulları ve yeniçerilerle ilgili yapmaya çalıştığı düzenlemeler, nihayet aşırıya kaçan zevk ve sefa eğlencelerinin halk üzerindeki olumsuz tesirleri sayılabilir.
İsyan hareketi, devlet adamlarının sayfiyelerde bulunduğu ve İstanbul'un nispeten sakin olduğu eylül sonlarında gerçekleşir. Bu sırada padişah ve önemli devlet erkânı İran üzerine yapılacak sefer-i hümâyûn için Üsküdar'a dikilen sancak-ı şerifin yanında, ordugâhta bulunmaktadır. İstanbul kaymakamı gereken tedbirleri ânında ve cesaretle alamadığı için isyan gittikçe büyür. Hapishanelerdeki mahkûmlar salıverilir. İsyanı duyan padişah Topkapı Sarayı'na gelir. Asilere karşı sancak-ı şerifin çıkarılması da bir netice vermez. Bu esnada asilerden, otuz yedi kişinin kendilerine verilmesi talebi gelir. Her ne kadar başlarda isyan padişaha değil de sadrazama karşıymış gibi gösterildiyse de, aslında durum öyle değildir. Damat İbrahim Paşa ve damatları Kaptan-ı Derya Mustafa Paşa ile Sadaret Kethüdası (içişleri bakanı) Mehmed Paşa'nın idam edilerek asilere teslimi de isyanı sona erdirmez ve Sultan 3. Ahmed, 34 yaşındaki yeğeni Mahmud lehine saltanattan feragat eder. İsyanın elebaşıları önemli görevlere getirilir, Lâle Devri'nde inşa edilen yüzlerce saray ve konak yıkılır, önemli devlet adamlarının ikametgâhları yağmalanır. Patrona Halil, Yanaki adındaki bir Rum kasabı, Boğdan (Moldovya) Prensi yaparak Romanya'ya gönderir, kendisi de Divan-ı Hümayun toplantılarına zorla katılarak o güne kadar görülmemiş serkeşlikler sergiler. Yeni padişah onları tepelemeye muvaffak olana kadar, asiler kırk altı gün boyunca devlet çarkını istedikleri gibi çalıştırır.
Patrona Halil İsyanı; asker kökenli bazı kimselerin ayak takımını da kışkırtarak başlattığı, ulemadan bazılarının ve Damad İbrahim Paşa'ya düşman bir kısım devlet adamlarının yardımlarıyla büyüyen, kabiliyetsiz idarecilerin zamanında önlem alamadığı için çığırından çıkan bir harekettir. On iki yıl devam eden ve bütün olumsuzluklarına rağmen bir îmar ve restorasyon dönemi olarak da kabul edilebilecek "Lâle Devri" bu isyanla sona erer.
SOKOLLU MEHMED PAŞA
TARİHİN EN BÜYÜK DEHALARINDAN SOKOLLU MEHMED PAŞA...
Osmanlı Devleti’nin meşhur sadrâzamlarından. Bosna’nın Sokol kasabasından Şâhinoğulları ailesine mensubtur. 1505 yılında Sokol’da doğdu. Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında (1520-1566) Bosna’ya devşirme vazifesi ile gönderilen Yeşilce Mehmed Bey tarafından ailesinin rızasıyla devşirme olarak alındı. Mehmed adıyla Edirne Sarayı’nda Osmanlı tahsîl ve terbiyesiyle yetiştirildi. Sokullu, zekâ ve kabiliyeti ile devlet me’mûrlarının dikkatini çekti. Daha sonra Edirne’den İstanbul’a getirilerek Saray-ı âmireden Enderûn Mektebinde küçük odaya alındı. Sarayda üstün gayret ve hizmetleriyle takdîr gördü. İç hazînede vazifelendirildi. Evvelâ rikâbdârlık, sonra çuhadarlık mertebelerine yükseldi. Daha sonra da silâhdârlık gibi çok önemli bir vazifeye getirildi. Bu esnada pâdişâh tarafından daha yakından tanındı. Zekâ ve kabiliyeti takdîr edilerek, sık sık huzura kabul olundu. Sokullu bu sırada Bosna’daki ailesini de İstanbul’a getirtip İslâmiyet’le şereflenmelerini sağladı.
Sokullu Mehmed, Enderûn’daki hizmetlerini tamamladıktan sonra, Bîrûn’da kapıcılar kethüdası oldu. 1541’de kapıcıbaşılık, büyük denizci Barbaros Hayreddîn Paşa’nın vefâtıyla da 1546’da Gelibolu sancakbeyi olarak, kapdân-ı deryalığa tâyin edildi. Kapdân-ı deryalığında Trablusgarb seferine çıkarak, İspanyollara karşı başarılı oldu. Kânûnî, 1549 İran seferi sırasında Sokullu’yu Rumeli beylerbeyi tâyin etti. Osmanlı ordularının İran cephesinde olmasından istifâde etmek isteyen Avusturya Osmanlı tâbiiyyetindeki Erdel ile sıkı münâsebetler içine girerek bölgede hâkimiyet kurmak için faaliyetlerde bulunuyordu. Her ne kadar Erdel idarecilerinden Martunuzzi, Osmanlı Devletine bağlılığını bildirdiyse de, Budin beylerbeyi vasıtasıyla, gerçeğin tam tersi olduğu öğrenildi. Tesbit edilen bilgiye göre, Erdel Avusturya topraklarına katılma hazırlığı içindeydi. Bu hâince plânın ortaya çıkmasıyla, Sokullu, Erdel seferine me’mur edilip, emrine Semendire, Niğbolu sancakbeyleri ve Kırım, Dobruca kuvvetleri ile Eflak, Boğdan voyvodalarının birlikleri, ayrıca iki bin yeniçeri askeri verildi. Salankamen’de ordugâhı kuran Sokullu’ya Mihaloğlu Ali Bey’in akıncıları ile Budin beylerbeyi Hadım Ali Paşa’nın kuvvetleri de katıldılar. Martuzzi bu hazırlıklardan telâşa kapılıp, bir takım te’mînâtlarda bulundu ise de, seksen bin kişilik Osmanlı ordusu 1551 Eylül ayı başlarında Erdel üzerine hareket etti. Sokullu Mehmed Paşa tarafından 18 Eylül’de Tisza nehri üzerindeki Beçe, 21 Eylül’de Beçkerek, sonra Maroş nehri üzerindeki Çanad kaleleri alındı ve Lapova kalesi de ahâlisi tarafından teslim edildi. Bu muvaffakiyetlerden sonra, Sokullu, Tameşvar’ı muhasara etti. Ancak, kışın gelmesi ve şiddetli mukavemet yüzünden Belgrad’a çekildi. Ertesi sene Erdel harekâtına ikinci vezir Kara Ahmed Paşa me’mur ve serdâr olunca, Sokullu Mehmed Paşa da Rumeli beylerbeyliği kuvvetleri ile onun emrine verildi. Tameşvar’ın fethinden sonra (Temmuz 1552), serdâr ile birlikte daha bâzı kalelerin zaptında hizmet ve fedâkârlığı görülen Sokullu Mehmed Paşa, o sıralarda şimalî (kuzey) Macaristan’ın en müstahkem kalelerinden Eğri’nin muhasarasında bulundu.
Sokullu Mehmed Paşa, İran harblerinin tekrar başlaması ihtimâli üzerine, 1552-1553 kışını da Tokat’ta geçirdi. 5 Haziran 1554’de Erzurum istikâmetinde İran seferine giden ordu-yı hümâyûna katıldı. Bu sefer esnasında sol kanatta Nahcivan taarruzunda ve Gürcistan harekâtında vazîfe alarak üstün muvaffakiyet gösterdi. Sokullu, bu savaşlarda, gözüpekliği, cesareti ve askerlerini iyi sevk ve idare etmesinden dolayı, Pâdişâh’ın takdîrini kazandı. Sultan Süleymân Han, sefer hitâm bulup dönerken, Sokullu’yu Amasya’da üçüncü vezir tâyin etti ve kubbealtı vezirleri arasına aldı.
Sokullu Mehmed Paşa 1561 senesinde ikinci vezir oldu. Bu vazifesinde de başarılı faaliyetleriyle Pâdişâh’ın takdîrini kazandı. Semiz Ali Paşa’nın vefâtı üzerine 1565’de sadrâzam oldu.
Bu sırada Malta muhasarası devam etmekte olup, Avusturya ile münâsebetler bozulma yoluna girmişti. Avusturya kuvvetlerinin Osmanlı hududuna tecâvüz edip, Erdel’de bâzı kaleleri zaptettiklerini haber alınca, amcaoğlu olan, Bosna beylerbeyine harekete geçmesi için emir verdi. Bu emir gereğince Kruppa elde edildi. Sokullu Mehmed Paşa, harb tarafdârı olmasa da, devletin çıkarları ve geleceği için Avusturya’ya harb îlân edilmesini istedi. Avusturya’nın; yıllık haracı vermemiş, Osmanlılara karşı düşmanca bir tavır takınmış, daha da ileri giderek hudud ihlâllerinde bulunmuş ve nihayet Erdel’i de ele geçirme plânları yapıp faaliyete geçmiş olması, savaşın yeterli sebeplerindendi. Neticede Avusturya’ya harb îlân edildi.
Osmanlı Devleti’nin güçlenip büyümesi, her şeyden önce İslâmiyet’in yücelmesi için hiç durmadan cihâd eden sultan Süleymân Han, yaşlı ve hasta olduğu hâlde, bu sefere iştirak etti. Ordu-yı hümâyûn, 1 Mayıs 1566 târihinde, târihe Zigetvar seferi olarak geçecek olan harekât için, İstanbul’dan yola çıktı. 5 Ağustos’da Zigetvar kalesi muhasara edildi. Sokullu Mehmed Paşa, yapılan muhârebelerde büyük gayret sarfetti, hattâ gecelerini siperlerde geçirdi. Sultan Süleymân Han kalenin mutlaka alınmasını istiyordu. 7 Eylül günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bir gün sonra da Zigetvar kalesi fethedildi. Sokullu, Sultan’ın vefâtını gizledi. Böylece şehzâde Selim, Kütahya’dan gelinceye kadar ordunun nizam ve intizâmını muhafaza ederek, muhtemel bir karışıklığın çıkmasına meydan vermedi. Bu hâdise onun hükümet ve idareye ne kadar hâkim olduğunu göstermektedir. Selîm Han, vâlilik yaptığı Kütahya’dan İstanbul’a gelerek cülûs edip (tahta çıkıp), derhâl Belgrad’a gitti.
Sultan İkinci Selîm Han babasının son yıllarında sadrâzamlığa getirdiği bu kudretli devlet adamının iktidar, dirayet ve sadâkatini takdir edip, onu icrâatta tamamen serbest bıraktı. Bu ise yeni memleketlerin fethi ve önemli teşebbüslere girişilmesi imkânını hazırladı. Sokullu’nun başarılı idaresi sayesinde Osmanlı Devleti Kânûnî devrindeki ihtişamı korudu. Üstelik bir çok memleketler de fethedildi.
Sokullu’nun sultan Selîm Han zamanında, ilk icrâatı Yemen ve Basra’da meydana gelen isyânları bastırmak oldu. 1568’de Edirne’ye tebrik için gelen Şâh Tahmasb’ın elçisi ile görüştü. Bu sırada Avusturya elçileri ile de müzâkerelerde bulunarak 17 Şubat 1568’de anlaşma yaptı.
Osmanlı Devleti, Asya’daki müslüman devletleriyle sıkı münâsebetler kurdu. Sumatra’daki Açe hükümdarı sultan Alâeddîn, sultan Süleymân Han’dan Portekizlilere karşı yardım istemiş, fakat Zigetvar seferi sebebiyle yardım gönderilememişti. Sokullu, Pâdişâh’ın da isteği doğrultusunda, ilk iş olarak, Açe sultânına istediği yardımı gönderdi. Bu kuvvetler 1568/1569 yıllarında çeşitli faaliyetlerde bulundular. Portekizlilerin müslümanlara yaptıkları baskıları etkisiz hâle getirmek ve ayrıca Habeş, Hicaz ve Yemen’in emniyetinin sağlanması için Süveyş kanalının açılması yolunda teşebbüslerde bulunuldu. Aralık 1568 târihinde bu hususda Mısır beylerbeyine bir ferman gönderilip, kanalın açılıp açılmayacağı, ne kadar para harcanacağı, kaç geminin girebileceği v.s. gibi konularda bilgi istendi. Ancak bu çok mühim teşebbüsün neden yapılmadığı bilinmemektedir. Sokullu, ileri görüşlü bir kimse olduğundan, Don-Volga arasında kanal açılması için de plânlar yaptı. Bu teşebbüsün sebebleri ise şunlardı: Orta Asya’daki Türk devletlerinin İran’daki Safevîler’den şikâyetçi olup, Osmanlılardan yardım istemesi, İran’ın Osmanlılar aleyhine Avrupa devletleriyle ittifak yapması, Astırhan Hanlığı’nın Ruslar eline geçmesi, Ruslar’ın gerek Orta Asya’yı, gerekse Osmanlı topraklarını ele geçirme istekleri. Osmanlı Devleti bu proje sayesinde, İran ile Rusya’yı birbirinden ayırmak istiyordu. Orta Asya’ya münâsebeti sağlanarak Sâfevîler, iki güç arasında bırakılacaktı. Herhangi bir sefer ânında Hazar denizine kadar mühimmat, yiyecek v.s. gibi erzak gemilerle getirilebilme imkânı sağlanacaktı. 1568 yılında Şıkk-ı sânî defterdârı Kâsım Bey, Kefe sancakbeyi tâyin edilerek, kanal projesi için gerekli incelemeleri yapmakla vazifelendirildi, incelemelerden sonra, 1569 Ağustos’unda Don ve Volga nehirleri arasındaki en dar bölgeden kanal açılmaya başlandı. Kırım hânı Devlet Giray’ın gereken ilgiyi göstermemesi ve ağır kış şartları sebebiyle kanal projesi gerçekleşemedi. Bir daha da teşebbüs edilmedi (Bkz. Astırhan Seferi).
Sokullu Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığı zamanında Doğu Akdeniz’de Osmanlı hâkimiyetinin yerleşmesi ve bölgede emniyetin sağlanması için Kıbrıs adasının fethi kararlaştırıldı. Kıbrıs bu sırada Venediklilerin elindeydi. Venedikliler Anadolu sahillerine çok yakın olan bu ada vasıtasıyla Anadolu ve Suriye’de isyânları destekliyor, Türk tüccar ve yolcu gemilerini yağmalıyorlardı. Bu sebeple 1570 yılında vezir Lala Mustafa Paşa kumandasında gönderilen kuvvetli bir donanma ve ordu, on üç ayda adayı fethetti. Kıbrıs’ın fethi üzerine Venedikliler, Papalık, İspanya, Malta ve bâzı İtalya devletleriyle bir ittifak yaptılar. Meydana getirilen Haçlı donanması, 1571 yılında İnebahtı’da Osmanlı donanmasını yaktı (Bkz. İnebahtı Muhârebesi). Fakat ertesi yıl altı ay gibi kısa bir zamanda daha güçlü bir Osmanlı donanması inşâ edilip, Akdeniz’e çıkarılınca Venedikliler sulh istemek zorunda kaldılar. Mora ve Adriyatik sahilleri düşmandan temizlendi.
Sokullu Mehmed Paşa, sultan üçüncü Murâd Han devrinde de sadârette kaldı. Bu devirde Venedik ve Avusturya ile barış andlaşması yapıldı. Lehistan Osmanlı tâbiiyyetine girdi. Osmanlı topraklarına tecâvüzü sebebiyle İran’a harb îlân edildi. Lala Mustafa Paşâ’nın komutasındaki Osmanlı kuvvetleri Gürcistan ve Kafkasya’da fütûhatta bulundular.
İspanya mes’elesiyle de yakından alâkadar olan Sokullu Mehmed Paşa, Gırnata’daki müslümanların kurtarılması için Garb Ocakları’na gerekli talimatı verdiği gibi, Fas üzerinde Portekiz’in nüfuz te’sisini de engellemek üzere Trablusgarb beylerbeyi Ramazan Paşa’yı görevlendirdi. Ramazan Paşa’nın Portekizlilere karşı kazandığı zaferlerle, Osmanlı Devleti siyâsî nüfuzunun en yüksek derecesine ulaşmış oldu. Uzakdoğu dışında kalan bütün ülkeler üzerinde Osmanlı nüfuzu te’sirini gösterdiği gibi, büyük Avrupa devletleri de kendi politikalarını Sokullu Mehmed Paşa’nın politikasına yakınlaştırmak gayreti içine girdiler.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, ikinci Selîm Han ve üçüncü Murâd Han devirlerinde on beş sene kadar süren sadrâzamlığıyla içte ve dışta Osmanlı Devleti’nin gücünün korunmasında büyük hizmetleri geçen Sokullu Mehmed Paşa, 12 Ekim 1579’da dîvân toplantısında iken bir meczûb tarafından şehîd edildi. Eyyûb Sultan’da şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’nin kabri yanındaki türbesine defnedildi.
Ömrünü din ve devletine hizmette geçiren Sokullu Mehmed Paşa, güzel konuşan, ikna kabiliyetli, nâzik, mükemmel ahlâklı ve İslâm âlemi için faydalı hizmetlerde bulunmuş bir zât idi. Son derece de dînine bağlı olup, Halvetî tarikatına mensuptu. Sultan Selîm Han’ın kızı İsmihan Sultan ile evlenip, dâmâdı şehriyârî oldu. İsmihan Sultan, Kumkapı civarında Muhammed Paşa Câmii’ni yaptırmıştır. Orta kapısı, mihrabı ve minber kapısı üstlerinde birer Hacer-ül-esved taşı parçaları vardır. Sokullu, geniş vakıflar ve hayır te’sisleri kurdu. Sokullu, Azap Kapısı Câmii ile Kadırga’da kendi ismiyle anılan câmi, medrese ve hayrat te’sislerini yaptırmıştır. Lüleburgaz’da câmi ve medrese; Edirne’nin Çavuş Bey mahallesinde dükkânlar, odalar ve çifte hamam; Erdel Beçkerek’de câmi, han, çeşme, dârülkurrâ ve köprü; Vişegrad’da Mîmâr Sinân’a yaptırdığı nadide bir köprü; Vişegrad-Saraybosna arasına büyük bir kervansaray yaptırdı. Bunlardan başka, ülkenin bir çok yerinde câmi, han, hamam, imaret vs. gibi hayır müesseseleri yaptırıp, bu te’sislere de çeşitli vakıflar kurmuştu. Sokullu ailesinden önemli devlet adamları yetişmiştir.
TRAŞ EDİLMİŞ SAKAL DAHA GÜR ÇIKAR!
İnebahtı’da Osmanlı donanmasının büyük bir kısmının yok edilmesi üzerine, kapdân-ı derya Kılıç Ali Paşa, donanmayı yeniden kurmak için canla başla çalışmakla beraber, işin azameti karşısında irkilmekte, bilhassa gemileri donatacak malzemenin yetiştirilemeyeceğinden korkmaktaydı. Bu sebeple bahara kadar 200 geminin hazırlanmasını isteyen vezîriâzam Sokullu Mehmed Paşa’ya:
“Gemilerin teknesinin yapılması mümkündür; lâkin iki yüz gemiye beş-altı yüz lenger (gemi demiri), ona göre âlât ve yelken ve sâir levazımın tekmili muhal (tamamlanması mümkün değil gibi) görünür” demesi, vezîriâzamın ona, şu meşhur sözü söylemesine vesile oldu:
“Paşa! Paşa! Sen bu devlet-i âliye-i Osmaniye’yi tanımamışsın. Bu Devlet-i âliye’nin kuvvet ve kudreti ol mertebedür ki, cümle donanma lengerleri gümüşten, resenleri (ipleri) ibrişimden, yelkenleri atlastan etmek ferman olunsa, müyesserdir. Hangi geminin mühimmatı yetişmezse, bu minval üzere benden al”
İmparatorluğun kudret ve imkân derecesini en iyi bilen Sokullu’nun bu sözü üzerine, Kılıç Ali Paşa kalkıp vezîriâzamın elini öptü ve;
“Hakîkaten bildim ki, bu donanmayı siz tekmil edersiniz” dedi.
Bu büyük gayretin sonunda bütün kış çalışılarak yeniden bir donanma meydana getirildi. Başbakanlık Osmanlı arşivindeki 19 numaralı Mühimme defterinin 89. sayfasında mevcut olan 29 Muharrem 980 (11 Haziran 1572) tarihli hükümde; “Tersâne-i âmiremde iki yüz elli pare mürettep ve mükemmel kadırga tedârük ve izhâr olunup” ibaresi vardır. Buna göre, o kış içinde yapılan gemilerin 200’den aşağı olmadığı anlaşılmaktadır.
Kıbrıs’ın fethi esnasında Venedik elçisi Barbaro memleketten çıkarılmayarak İstanbul’da bırakılmıştı. Elçi, Türk donanmasının 1571 yılında İnebahtı’da mahvından sonra Osmanlı hükümetinin sulhe tarafdâr ve haçlılara tâviz verip vermeyeceğini anlamak istediğinden mülakat esnasında Sokullu’yu yoklamıştı. Bunun üzerine vezîriâzam Sokullu Mehmed Paşa ona şu târihî cevâbını verdi:
“İnebahtı muhârebesinden sonra cesaretimizin sönmediğini görüyorsun. Sizin zayiatınızla bizimki arasında fark vardır. Biz sizden bir krallık yer (yâni Kıbrıs adasını) alarak kolunuzu kestik. Siz ise, donanmamızı yok etmekle sakalımızı traş etmiş oldunuz. Kesilmiş kol yerine gelmez. Lâkin traş edilmiş sakal daha gür çıkar.”
Sokullu’nun verdiği cevap, Osmanlı diplomasisinin teşkilât, müessese ve ordusu gibi kuvvetinin de ifâdesidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)